Yazan Sevim Ünal.
Sonunda bahar geldi. Belediyenin geçen sene sokak kenarlarına diktiği ağaçların kimisi pembeye, kimisi beyaza kesmişti.
Hele, Wilrijk`te- Folklorenstraat’ın bodur ağaçları öylesine mutlu çoşmuşlardı ki, çiçeklerin baş döndürücü güzelliği, insanının kendisini Van Gogh’un tablolarının içinde sanmasına neden oluyordu. Renk cümbüşünün yarısı yerde diğer yarığı gökte, mavinin kucağındaydı.
Sokağın başında durup, bir mücizeye bakar gibi bakmamak mümkün değildi. Her bahar, nefes kesiyordu bu şenlik.
Birden onu anımsadı. Kerpiç evin, ahşap eşiğinde, elinde beş şişle çorap ören hayali gözbebeklerine oturdu. Sarı arıların uçuştuğu, öğle sonrası bir andı.
Babaanne, şimdi ben kaç yaşındayım?’ Kadının henüz kırışmamış yüzündeki gülüşünü anımsadı.
‘Çok büyük oldun, biraz daha büyü sana böyle çorap örmeyi öğreteceğim’ demişti. Ördüğü çoraptan gözlerini ayırmadan söylemişti.
Bir süre, o beş şişin, becerikli ellerde ki devinimini seyretmişti.
Her ilmikte Türkmen motifleri renklenerek canlanıyordu.
“Nasıl yapıyordu, hiç birisi düşmüyor, üstelik çok da hızlı hareket ediyor elleri” diye geçirmişti aklından.
Çabucak sıkılmıştı bunları düşünmekten. “Of ya, kaç yaşında oldum ben?” diye sızlanarak uzaklaşmak üzereyken babaannesi anlatmaya başlamıştı.
“En ufak amcan doğduğunda, kar taaa şurama geliyordu. Hele ilk amcanın doğumunda, bir fırtına çıkmıştı ki, sorma gitsin. Halan da çok talihli sayılmazdı. O doğduğunda heyelan olmuştu. Hele baban doğduğunda.”
“Ne olmuştu?” merakla babaannesine sokulmuş, gözlerini dudaklarına dikmişti.
“Baban ilk göz ağrımdı. O doğdu ya, deden iki koyun kurban kesti. O günü de çok iyi hatırlıyorum. Bahardı. Her yer şimdiki gibi çiçeğe kesmiş, yazı, yabanı yeşile, maviye dönmüş, peygamber böcekleri, mübarekler etrafta fır fır uuçuşuyorlardı. Baban kısmetliydi. O doğdu ya, evimiz bereketle doldu, taştı.’
“Eee, onları hatırladın. Beni niye hatırlamıyorsun?”
“Sen de baban gibi, böyle güzel bir bahar ayında doğdun diye hatırlıyorum. Yaşlandım ben artık. Her şeyi iyi tutamıyorum aklımda. Sen en iyisi git de anana sor hele” diye söylenmişti babaannesi.
Elinde süt kovasıyla, annesinin hayali belirmişti gözlerinin önünde. Koşarak karşısına dikilmişti.
“Anne?”
“Söyle kızım.”
“Ben kaç yaşında oldum şimdi?”
Elindeki kovayı bırakıp, ciddi bir yüz ifadesiyle yere çömelmiş, gözlerini uzaklara dikmişti. O günü hatırlamaya çalışımıştı.
“Tarla biçmeye gitmiştik, tarlalar buralarda Ağustos’ta biçiliyor. Doğru, Ağustos’tu. Çok sıcaktı. O sıcaklarda erkenden kalkıp, güneş yükselmeden tarlaya giderdik. İşte sen böyle bir günde tarlada doğdun. Tabi, tabi. O sendin ya.”
Sevinçle ellerini havaya kaldırıp ‘Heeeeeey!’ diye bağırmıştı.
Annesinin kedisine gülümseyerek bakışını anımsadı. “Altın saçlı kızım benim. Senin saçların pür altın. Niye dersen? Sen doğdun, ardından erkek kardeşin doğdu. Altın saçlı kızım. Sen şimdi yedi yaşındasın.” Başını okşayıp, kalkmıştı. “Kocaman bir kızsın artık. Gel bana yardım et hadi” doğrulup kalkmıştı. Yerde duran süt dolu kovayı alıp eve doğru yürümüştü.
Şimdi artık çok uzaktı çocukluğu.
“Nisan’ın altısıydı. Doğup doğmamak konusunda karar veremiyordu. Belki Ağustos’ta doğmak daha iyi olur” diye geçirdi aklından. Gülümsedi. Mor etekli ağaçların arasında, ağır adımlarla gezindi.
“Yok” diye itiraz etti kendi kendine. En iyisi ölümlerin yaşanmadığı bir zamanın baharında doğmak. İşte o zaman doğmuş sayarım kendimi.”