Tuhaf şey yaşamak. Hiçbir dahlimiz olmadan var olmak. Ve kaçışı olmayan bir sona mecbur, daha doğru bir ifadeyle mahkûm olmak. Merhaba diyemeden başlamak her şeye. Elveda deme imkânından da çoğu zaman mahrum olmak ayrılık vakti gelip çattığında. Gayri iradî var olmak, farkına var(a)madan çoğu zaman hayatın yaşamak, sırrına eremeden daha hiçbir şeyin konulan son noktaya boyun eğmek sessizce, göçüp gitmek gelişteki gibi gayri iradî ve yine ansızın. Geride ise hayata geçirilmeyi bekleyen sonsuz hayaller bırakarak hem de.
Her geliş, tanışma, karşılaşma ve buluşma güzel hiç şüphesiz. Lakin her veda, her ayrılık, her gidiş -hassaten geride kırık kalpler bırakanları- acı verici, sarsıcı, çoğu zaman yıkıcı. İç burkutucu. Belki bu yüzden gidişleri seviyoruz bir dosta, arkadaşa, aile yanına, sevgiliye. Dönüşlerimiz, büyük ayrılığın küçük birer tatbikatı gibi olduğu için muhtemelen her şey alt üst oluyor hayatımızda. Her gidişi seven bizler her dönüşün varlığını bilsek de bir türlü rıza gösteremiyoruz hayatın kendine has kaidelerine. Fıtrat icabı herhalde. Seviyoruz ve sevgi de yakınlık istiyor. Zira uzaklığa rızası yok onun.
Sevip sevilmek ve sevgilinin soluğunu hissetmek her nefeste. Yakın olmak... Bilaistisna her kişinin arzusu, isteği. Ve bir hak. Oysa meseleye bir de öte taraftan bakınca genetik kodlarımızda var ayrılık. Vakıfız bir anlamda her gelişin bir gidişi olduğuna. Ve tecrübe sahibiyiz bezm-i elestten başlayarak. Her doğum bir başlangıç, bunu da biliyoruz. Her ölüm, bir bitiş gibi görünse, hatta zahiren öyle olsa bile, doğum ile başlayan yolun sonunda künhüne vakıf olamadığımız bambaşka dünya ya da dünyalara, yani yepyeni bir başlangıca açılan bir kapı. Biz hep içinde olduğumuz anı dikkate alıp öncesini zaten bitmiş sayıyor, sonrası ile ise -belki korktuğumuz için bilinmeyenlerden ve bilinmezlikten- pek ilgilen(e)miyoruz. Kaçıyoruz gelecekten. Kurtuluş gibi bir ümit yokken hem de korktuklarımızdan.
Kainatta müthiş bir denge var hiç şüphesiz. Çıkışlar ve inişler, inişler ve çıkışlar, mütemadiyen. Her şey zıddı ile kaim. Buna mukabil bizim sevdiğimiz taraf terazinin bir kefesi, öteki kefede muvazeneyi sağlayan, lakin bize hoş gelmeyen ve bundan dolayı sevemediğimiz hususlar duruyor. Korkuyoruz. Bilinmeyen her şeyden. Korktuklarımızla karşılaşacağımızı bilmekten de ayrıca. Ölüm bizim büyük korkumuz. Hayattaki en soğuk zindanımız muhtemelen.
Her ayrılık bir ölüm oysa. Hatta dahası. Ölümün bilinmezliğine rağmen bilinen bir şey üstelik. Derin bir yara, sağaltılması kabil olmayan cinsten. Ölüm, zahiren bir kere yıkıyor dünyamızı. Halbuki ayrılık her anına siniyor yaşantımızın. Her hücresine nüfuz ediyor bedenimizle ruhumuzun ve muttasıl bir yıkıma sebebiyet veriyor. Sadece maziye değil, hâl-i hazıra ve yarınlara da tesir ediyor en acımasız şekilde. Ve en kötüsü, çoğu kimse defalarca maruz kalıyor bu yıkıma.
Merhaba demek ne kadar güzelse elveda demek de o kadar kötü şüphesiz. İşte bu sebeple hep gelişlere odaklı bir hayatı seviyorum. Elveda dememek için dönüşüm hep meçhûl. En büyük veda -ayrılıkların en büyüğü demek de mümkün buna- da zaten belirsiz ya. İşte bundan mülhem belki, ayrılık vaktimi sevdiklerimden hep gizli tutmaya çalışıyorum. Kimseyle vedalaşmamayı tercih ediyorum böyle vakitlerde, elveda dememek için. Kabul, bu bir kaçış. Kolaycılık demek de mümkün. Lakin bu hususla ilgili yadsınamaz gerçek şu ki kısmen rahatlatıcı bir tarafı da var bu kaçışın. Hiç kimsenin sev(e)mediği ayrılığın en sarsıcı anındaki acıyı kısmen de olsa hafifletiyor.
Hâsıl-ı kelam, merhaba demenin sıcaklığı ile kıyaslayınca elveda demenin yakıcı soğukluğuna dayanamıyorum. Bu yüzden vedalardan kaçışım. Ve ben, gece ile gündüzün birbiri ardından seyri gibi her anı bir tür kovalamaca olan hayatta galiba sadece bu kaçışı seviyorum.
Y.Rıfat İDİLLİ