Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, 1959’da zamanın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından AB’nin temeli olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na resmi olarak iletilen ortaklık antlaşması talebinden bu yana gündemi hiç terk etmemiştir.
Türkiye-AB ilişkileri, Avrupa’daki Türk göçünün (bu terminolojiyi sorgulayacağız) tarihsel süreciyle daha da önem kazanmasına rağmen, kaleme alınan bu makalenin konusu olmayacaktır.
Zira, Türkiye-AB tartışması iki önemli gerçeği gölgelememelidir. Birincisi Avrupa, Avrupa Birliği adlı kurumsal yapılanmaya indirgenemez; İkincisi ise Avrupa Birliği’ne üye olsa da olmasa da Türkiye Avrupalı’dır.
Açalım;
Avrupa, Avrupa Birliği adlı kurumsal yapılanmaya indirgenemez. AB, Avrupa’ya güncel bir anlam veriyor, alış-veriş bakımından, gidip-gelme özgürlüğü bakımından, diyalog bakımından veya milletlerüstü proje bakımından. Ancak Avrupa, AB’den önce geliyor. AB iflas etse de, “Eski Kıta” tarihsel, sosyolojik ve medeni dayanaklarını muhafaza edecektir.
Avrupa Birliği’ne üye olsa da olmasa da Türkiye Avrupalı’dır. Bu açıklama, bir öncekinin devamıdır. Zira, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin tartışma genelde şu şekilde tanıtılır: Türkiye ve Avrupa bazılarına göre tarihsel bazılarına göre ise çoğrafi bir çizgi tarafından ayrılmaktadır ve Türkiye bu çizgiyi yok ederek Avrupa “ailesi”’yle bütünleşmeye çalışmaktadır.
Oysa, bu tanıtım iki dezenformasyona dayalıdır: Birincisi Avrupa’yı sadece AB’den ibaretmiş gibi gösteriyor (peki İsviçre ile Norveç Avrupa dışı devletler mi?); İkincisi ise “Türkiye, AB üyesi olmadığı için zorunlu olarak Avrupa’yla bir bütün değildir” fikrini aşılıyor.
Türkiye’nin Avrupa’da olup olmadığını kararlaştırmak için çoğrafi argümanı öne sürmek manasızdır, hele hele günümüzün gözlükleriyle meseleye bakarsak. Kaldı ki bu argümanın sıkı bir uygulaması AB üyesi olan bir devletin, yani Kıbrıs’ın fiilen dışlanması anlamına gelir. Türkiye’nin “Avrupalılığını” takdir etmek için siyasi ve tarihsel argümanları analiz etmek lazım. Yani Türkiye’nin tarih boyunca ve/veya günümüzde “Avrupa” adlı bir bütünün parçası olup olmadığına bakmak lazım.
Bunun için, Osmanlı arşivleri olağanüstü bir bilgi kaynağıdır. Türkiye’nin Avrupalılığını “Osmanlı İmparatorluğu Macaristan ve bir kaç asır boyunca Balkanlar’da bulundu” ve “Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın hasta adamıydı” türünden sloganların ötesinde örnekleyen çok sayıda belgeden bir kaç tanesine göz atalım.
1560. Kanuni Sultan Süleyman Fransa Kralı II. Fransuva’ya nâme-i hümayun (yani Padişah mektubu) yollar. Padişah bu mektupla II. Fransuva’nın düşmanlarına karşı yardım çağrısına olumlu cevap verir, II. Fransuva’nın babasıyla olan dostluğunu hatırlatır ve bu hukukla dostluğun devam etmesine vurgu yapar. 1565. Padişah, Fransa Kralının Fransa’yla İngiltere arasındaki gerginliklerin barışa dönüştüğünü mücdeleyen mektubuna cevaben yine nâme-i hümayunla memnuniyetini dile getirir ve ikili ilişkilerin güçlendirilmesi yönünde çağrıda bulunur. Yine 1565. Padişah, Portekiz Kralının iki güç arasındaki dostluğun geliştirilmesine ilişkin talebini kabul eden bir nâme-i hümayun gönderir.
Bu örnekler on altıncı asıra ait ve Türkiye’nin Avrupalılığının kıdemini gösteriyor. Fakat daha yakın zamana ait örnekler de seçilebilir.
1838. Padişah II. Mahmud, Belçika Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanınması hakkında hatt-ı hümayun (yani Padişah emri) buyurur. Aynı yıl Belçika Devleti’yle Osmanlı İmparatorluğu arasında ilk ticari antlaşma imzalanır. 1847. İrlanda fakirlerine yapılan yardımdan dolayı duyulan memnuniyet ve minneti ifade eden bir mektup İrlanda temsilcileri tarafından Sultan Abdülmecid’e gönderilir.
Osmanlı İmparatorluğu, diğer Avrupa güçleriyle olan ilişkisini bir Avrupa gücü olarak ele almıştır. Kuşkusuz bu ortak tarih Bâb-ı Âli’nin katıldığı bir çok çatışmanın sahnesi olmuştur. Ancak, bu veri sadece Osmanlı İmparatorluğu için geçerli değil. Zira, bahsettiğimiz ortak tarih boyunca başta Fransa’yla İngiltere olmak üzere diğer Avrupa güçleri arasında da sayısız çatışmalar yaşanmıştır.
Arşiv belgeleri Türkiye’nin Avrupalılığının, yani Türkiye’nin Avrupa “ailesi”’yle siyasi ve tarihsel birleşmesinin en az bir kaç asırlık olduğunu gösteriyor. Uzun soluklu bir ortak tarihten söz ediyoruz. Bunun içindir ki; Türklerin Avrupa’daki varlıklarını “göç” tarihiyle bağdaştırmak bence doğru değil ve tarihsel olarak Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini sadece 50 yıllık yeni bir buluşmanın ifadesi olarak göstermek kesinlikle gerçeği yansıtmıyor.
Bu ortak geçmişi rehabilite etmemiz, Türkiye’nin Avrupalılığını yeniden vurgulamamız ve “Avrupa” ile “AB” formülasyonlarını karıştırma tuzağına düşmememiz gerektiğine inanıyorum. Kelimeler, heryerde olduğu gibi burada da önemlidir.
(c) Mehmet Alparslan SAYGIN
Hukukçu/Brüksel