Haberin yayım tarihi
2008-05-27
Haberin bulunduğu kategoriler

Darbelerle Dolu 58 Yıl..

Doğum yılım 1950. Yani DP ile çoğulcu parlâmenter "demokrasi"ye geçtiğimiz yıl. 14 Mayıs 1950'de ilk sivil cumhurbaşkanı Celal Bayar ve başbakanı Adnan Menderes ile 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar süren on yıllık dönem. O tarihte ben Gemlik Atatürk İlkokulu dördüncü sınıfında okuyorum. Sınıfımız birinci katta ve ben derste camdan sokağa bakıyorum. Olağan olmayan bir durum olduğunu çocuk zekâmla hissetmiş olmalıydım; zira karşı kaldırımda miğferli iki askeri inzibat sert adımlarla yürümekteydi. Hocam Faik beye "hocam, hocam, dışarda askerler yürüyor" diye bağırdım. Koştu, baktı ve müthiş keyiflendi. Meğerse hocam bekliyormuş darbeyi. Hocamın CHP'li olduğunu büyüyünce öğrendim. O zamanlar memurlar, aydınlar ve askerler CHP'liydiler genelde. Sonra meşhur Yassıada duruşmaları başladı. Duruşmaları radyodan naklen dinlerdik pür dikkât, zira Celal Bayar Umurbey'li, yani bizim köylüydü. Sonucu merak ediyorduk hep birlikte. Merhum Şevket Rado'nun haftalık Hayat mecmuası çıkardı o zamanlar; hepsini biriktirdim. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı F.Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildiler. 1883 doğumlu olan Celal Bayar'ın idam cezası ise ileri yaşına hürmeten müebbet hapise dönüştürüldü. Bu birinci darbeydi. "Atatürkçülük" adına irticaya kayan sağa karşı yapıldığı söylenir. Ama ben çocuktum ve ne olduğuna aklım ermiyordu...
           
Ortaokulu da Gemlik'te okudum. Rumlardan kalma ahşap ve kocaman bahçeli bir binaydı okulumuz. Gemlik'te lise olmadığından Bursa Erkek Lisesi yatılı bölümüne kaydoldum mecburen. Heykeli okulun bahçesini süsleyen, "Çalıkuşu" romanının yazarı, büyük edebiyat üstadı Reşat Nuri Güntekin gibi. 1961 Anayasası, 1962 Ankara Antlaşması derken Türkiye'den Avrupa'ya işgücü göçü başladı 1963 yılından itibaren. Mustafa amcam 1963 yılında, akabinde de ağabeyi olan babam 1966 yılında Belçika'ya göçtüler işçi olarak. Biri kömür madeni, diğeri fabrika işçisi. Belçika Devleti aile birleşimi siyasetini güttüğünden, babamızın peşinden biz de Belçika'ya geldik ister istemez, 1967 yılında. Türkiye'de Demirel dönemi başlamıştı. "Küçük Amerika" hayalinden "Böyyük Türkiye" sloganına geçilmişti. Bu hayal ve sloganlar birçok insanın gençliğini çaldı, canını aldı... Yönetenlerin "bana Allah'tan başka kimse hesap soramaz" dediği ve "netekim" de soramadığı ülkede demokrasi  bekleniyor hâlâ. Olur görürsen selâm söyle; en son Kopenhag'da bira içerken görmüşler! Bizimkiler işgücü (insan) ihracatı yaparken, AB "demokrasi" ihraç ediyor!  Derken geldi çattı 12 Mart 1971 Muhtırası, yani ikinci darbe. Bu kez "Atatürkçülük" adına sola karşı. Akabinde haksız yere asılan masum gençler. Ve bütün bunların sonucu Türkiye'de kök salan ve gitgide acımasızlaşan istikrarsızlık. Çatışmanın her türlüsü : "milliyetçi-komünist", "sağcı-solcu", "dinci-laik", "alevi-sünni", "türbanlı-başı açık", "Türk-Kürt", "AB'ci-Ulusalcı"... Kamplaşma, tırmanma, etki-tepki, kin, nefret, intikam, çatışma, kapanmayan yaralar, gözyaşları, kopma, uzaklaşma ve global yozlaşma!
           
Darbe öncesi durumlar hep birbirine benzer : Darbe yapacak olanlar veya yaptırmaya teşvik edenler önce zemin hazırlarlar. Minareye kılıf hazırlanır. Piyonlar yerleştirilir ve satranç oynar gibi aşama aşama hedefe doğru ilerlenir. İşsizlik, fakirlik ve cahilliğin bol olduğu bir ortamda piyon bulmak kolaydır. Bu değişmez evrensel bir kuraldır. Gaza gelenler hep aynı kişilerdir... Birileri de her zaman bir yüceliğin tekeline sahiptir. En çok onlar bilir, inanır, sever... Melekler hep bir tarafta, şeytanlar karşı taraftadır. Ya ölürlerse, ya öldürürlerse "cennetlerini" hak edeceklerine inanırlar. Yaşamayı ve yaşatmayı düşünmezler her nedense! Canlı bombalar patlar, masum canlara kıyarlar. 1970'li yıllarda gazetelerde ki ana sayfaların değişmez içeriği o gün patlayan bombalar, faili meçhul cinayetler, akan kardeş kanları ile doluydu. Bu olaylar o kadar normalleşmişti ki insanlar buna şaşırmıyor, o günkü ölü sayısı 25-30'un altındaysa bir nebze olsun umutlanıyorlardı.
           
Lise ve üniversite tahsilimi tamamladıktan sonra, 1979 Şubat ayında Türkiye'ye "kesin" dönüş yaptım. On iki yıl uzak kaldığım ülkemi özlemiştim. Yedek subay olarak vatani görevimi yapacak, kısmet çıkarsa evlenecek ve idealist bir "aydın" olarak ülkemin gelişmesine katkıda bulunacaktım. Ben bu duygularla yola çıkarken, gözü yaşlı boynu bükük Belçikalı sevgilim hüzünlü bakışlarla trenimin arkasından el sallıyordu. Niyetlerimin hiçbiri gerçekleşmedi. Kaldığım sekiz ay boyunca hayatımın en kötü dönemini yaşadım. Türkiye'de özgürlük adına özgürlüğün katledildiğine tanık oldum. Ve benim için özgürlüğün hava gibi, ekmek gibi, su gibi, ne denli elzem olduğunu anladım. Ve bir uçak misali, Belçika'ya acil iniş yaptım.
           
"Atatürkçülük" adına, hem sağa hem sola karşı üçüncü  darbe, yani 12 Eylül 1980 darbesi olduğunda ben Brüksel'deydim. Bir yandan Flamanlara ait OCGB'de (Brüksel Yabancıları Karşılama Servisi) CST (cadre spécial temporaire) tabir edilen geçici özel kadro memurluk yapıyor, diğer yandan da TKED-ACET (Türk Kültür ve Eğitim Derneği/Association Culturelle et Educative de Turquie asbl) derneğinin başkanlığını yürütmeye çalışıyordum. Derneğimiz Atatürkçülük temelinde birleşenlerden oluşan çoğulcu bir yapıya sahipti. Muammer Derinöz, Ülkü İyidoğan, Mahir Pala, merhume Meryem Pala, Ali İnce gibi "Maocu" diye nitelendirilen arkadaşlar çoğunluktaydılar. Ama anti-komünist olduğunu haykıran ben başkandım. TKP veya TİP yanlısı diğer Türk arkadaşların BTİB adında ayrı bir derneği vardı. Bu arkadaşlar "Moskova" yanlısı olarak biliniyor ve biz onların ideolojik "düşmanı" sayılıyorduk. Hıristiyan Sendikalar Kondeferasyonu (CSC) Türk Masası müdürü sendikacı Muharrem Karaman'ın yönettiği Türk-Danış ta çoğunlukla onlarla birlikte hareket ediyordu. Diğer yandan da RTBF Liège Radyo-TV'sinde "komünist" lakaplı Nazım Alfatlı'nın haftalık programları vardı. OCGB'de işe başlamamda "Maocuların" desteği olduğundan, işe başladığımın ertesi günü Flaman amirim beni makamına çağırdı ve aynen şunları söyledi : "Dört kişiden seninle ilgili olarak telefon geldi, seni faşist ve/veya ajan olmakla suçluyorlar". Gülümsedim. "Maocuların" da "Moskovacılara" "kızıl faşistler" dediğini söyledim. Konu kapandı ve bir daha da açılmadı. Hafta sonları halen BADD Başkanı olan Mahir PALA ve rahmetli eşi Meryem Pala ile birlikte Bolu'lu İbrahim Ustanın Evere'deki Bosphore (Boğaziçi) isimli lokantasında çalışırdık. Bulaşıkçılık dahil her işi yapardık. Müşteriler genelde NATO'da çalışan Türklerdi.
           
Çelişkiler çok keskindi. Atatürkçü ben "Moskovacılar" ile "Maocular" arasındaki ideolojik kavganın kıskacında kalmıştım. MHP Genel Başkanı Merhum Alparslan Türkeş ve İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Mamak Askeri Cezaevi'nde aynı koğuşta kalıyorlardı. Avrupalı gözlemciler Türkiye'de siyasi duruşmalara katılarak cunta üzerinde psikolojik etki yaratmaya çalışıyorlardı. Ben Perinçek'in savunmasına destek amacıyla aralıksız Türkçe-Fransızca çeviri yapıyordum. Gönderilecek gözlemciyi bilgilendirmeyi amaçlıyorduk. Biz dernek olarak Hür Brüksel Üniversitesi (ULB) Profesörü Pierre Mertens'i gözlemci olarak gönderdik. Kendisi aydın ve demokrat bir insandı. Dönüşünde Uluslararası Basın Merkezi'nde (IPC) bir basın konferansı düzenledi. İlgi büyüktü. İdeolojik Türk ve Belçikalı karşıtlarımız tam kadro ordaydı. Gözlemci Pierre Mertens özetle şöyle dedi : "Ben her türlü askeri darbeye karşıyım. Türkiye'deki 12 Eylül darbesine de karşıyım. Ancak darbeyi yapan cunta beş orgeneralden oluşuyor. Bunlardan üçünün liberal, ikisinin faşist olduğu sanılıyor ve şu an mevcut iç dengeye göre liberaller duruma egemen. Fazla üzerlerine gidilirse bu denge faşistler lehine değişebilir. O yüzden temkinli davranmakta yarar var!" Sen misin öyle diyen ! Anlı ve şanlı devrimcilerimiz galeyana geldiler. Konuştuğum bir İtalyan ve İspanyol komünist parti temsilcisi bir ülkede günde ortalama 25-30 terör kurbanı olmasının birşey ifade etmediğini, bunun kaçınılmaz tarihsel bir süreç olduğunu, diğer Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi bir iç savaş yaşanmadan Türkiye'ye demokrasi gelemeyeceğini anlatıyordu. Hayret ettim, şaşakaldım! Dünden bu güne neler değişti? "Moskovacıların" büyük bir çoğunluğu liberalleşti ve köşe dönmeci oldu. Sosyalizm ise tarihsel sürecin bir parçasıydı :  Yaşandı ve bitti... Şimdiki moda globalleşme, küreselleşme, "insan hakları", "demokrasi". Onlara göre ulus-devlet, ulusçuluk, Atatürkçülük, yurtseverlik eşittir marjinallik, dinozorluk, jakobenlik, şoven milliyetçilik.
           
Türkiye'yi kasıp kavuran siyasal şiddet olayları 12 Eylül askeri müdahalesiyle birlikte bir gün içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve kısa bir süre büyük ölçüde durdu. Özellikle yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz hale getirildi. 1982 Anayasasının yürürlüğe konmasıyla birlikte hukuksal altyapı hazır sayılırdı ve uygulama için uygun bir adam gerekiyordu. Merhum Turgut Özal'ın pragmatik kişiliği bu görev için son derece uygundu. ANAP dönemi başladı. Maneviyatçılık edebiyatı yapılarak insanlar para ve maddeye tapar hale gitirildiler. Her şey para mukabili alınır-satılır oldu. İşçi, köylü, memur veya emekli geliriyle para elde edilemeyeceğine göre, paranın bulunduğu yerlere (bankalar ve hazine) yakın durmak gerekiyordu. Nitekim siyaset dünyası-bürokrasi işbirliği sayesinde bankalar hortumlandı ve hazine kamu ihaleleri sistemiyle boşaltıldı. Sonuç ortada. Peki şimdi ne olacak? Herşey satılacak ve Türkiye yabancı sermaye cenneti olacak(mış)! Ölme eşşeğim ölme; ölme ki semer vurup biraz daha bineyim sırtına...
           
Wikipedia ansiklopedisine göre, bu darbe sonucunda oluşan trajik tablo şöyle: "650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,7 bin kişi için idam cezası istendi,517 kişiye idam cezası verildi, haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı), idamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi, 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi, 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu, 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi, 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi, 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı, 3 gazeteci silahla öldürüldü, gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi, cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi, 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi kaçarken vuruldu, 95 kişi çatışmada öldü, 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi, 43 kişinin intihar ettiği bildirildi."
           
Bu kadar acının ayrık otu gibi kök saldığı Türkiye coğrafyasında kardeşlik ve demokrasi nasıl yeşerecek? Gerçekten çok merak ediyorum. 
  
Yakup YURT 
Brüksel, 27 Mayıs 2008

 
Not : Belçika'ya ilk geliş tarihim 24 Ekim 1967. Bugün ise 27 Mayıs 2008. 40 yılı aşkın bir zamandır doğduğum ve büyüdüğüm ülkenin dışında yaşıyorum. Bu yazı benim 40 yıllık geçmişe bakışımın özeti.

Ne acıklı bir manzara değil mi?

Peki sizce dediklerim yalan mı?

 

Son Haberler

Hits: [srs_total_pageViews] Visitors: [srs_total_visitors]
Copyright © GUNDEM.be
Site içeriği ve dizaynın tüm hakları GÜNDEM.be websitesine aittir.
Kopyalamak ve izinsiz kullanmak kesinlikle yasaktır.