Eller… Eller…HÜNERLİ ELLER
Kadriye hanım, İzzet Dönmez bey’le evlendiğinde daha yirmi’li yaşlardaydı. İzzet bey’in vefat eden ilk eşinden iki evladı vardı. Mustafa Gültekin 10 yaşında , Pervin 13 yaşındaydı.
Yıkılmış , dağılmak üzere olan bir ocağa adeta bir güneş gibi doğmuştu. Pervin ve Mustafa Gültekin’le o kadar güzel arkadaş olmuşlardı ki görenler, tanıyanlar inanmakta güçlük çekiyordu.
Çok küçük yaşta annelerini kaybetmenin yüreklerinde yarattığı travmayı Kadriye hanım çok kısa sürede söküp atmıştı.
Eğitimlerine Sakarya Akyazı ilçesinde devam eden ve orada babaanne ile kalan Pervin ve Gültekin sadece hafta sonları baba İzzet bey ve Kadriye hanım’ın yanına Adapazarı’na gelebiliyorlardı. O hafta sonu birliktelikleri o kadar güzel geçiyordu ki, hafta tatili bitince çocuklar geriye dönmek istemez olmuşlardı.
Kadriye hanım onlara sevdikleri yemekleri yapıyor, çarşıya pazara götürüp onlara üst baş alıyordu.
Sanki bu yetim iki yavru dünyaya yeniden gelmiş gibiydi.
İkinci sömestride bitince Kadriye hanım, Pervin ve Gültekin’i tamamen yanına istediğini söyledi. İzzet bey tedirgindi. Ya anlaşamazlarsa. Bir tarafta canı gibi sevdiği evlatları, diğer tarafta yeni bir hayata başladığı eşi. Eğer uyum sağlayamazlarsa yeni bir yıkım daha ufuktaydı.
İzzet bey bu tereddütleri eşi ile paylaştı. Kadriye hanım garanti verdi”Ben çocukları yanıma istiyorum , bu benim kaderim , bundan sonraki hayatı birlikte yaşayacağız” diye ısrar etti.
Gültekin , ilkokulu Akyazı’da bitirmişti , ortaokula Dr.Nuri Bayar ‘ a kaydoldu. Pervin’de ortaokulu Akyazı’da bitirmişti. Liseye de, Adapazarı Atatürk Lisesine kaydoldu.
İzzet bey ‘ in iş yeride okula çok yakındı. Evleri de yakındı . Küçük bir kasabadan büyük bir şehre gelerek çocukların eğitim hayatına başlaması adaptasyon sorunu yaratsa da , evdeki huzur ortamı o zorlu sürecinde kolay atlatılmasına vesile oldu.
1987 yılından itibaren her şey o kadar güzel gidiyordu ki , sanki rüya gibiydi. Hafta sonu pikniklere gidiliyor, kısa tatillere çıkılıyor. Hep beraber, hep beraber.
Derken 1989 yılının 21 Nisanında aileye Zehra Asena‘da katıldı. Kadriye hanım bir evlat sahip olmak istiyordu. Her anne adayı kadın gibi oda kendi bedeninin parçası bir evlada sahip olmak istiyordu. Üç yıllık zor , yorucu ve stresli bir süreçten sonra nihayet bir kız evladına sahip olabilmişti.
Üç dört kere düşük yapmış, 9 aylık özel tedavi ve bakımla ancak sahip olabilmişti biricik Asena’sına.
Asena aileye bir güneş gibi doğmuştu. Abla Pervin‘in, ağabey Gültekin ‘in, Baba İzzet bey ‘ in anne, Kadriye hanımın arasında sarsılmaz bir köprü , ebediyete kadar varacak bir bağ olmuştu.
Artık beş kişilik bir aileydiler. İzzet bey İmam Hatip Lisesi mezunu , Hacettepe Üniversitesi mezunu , yurt dışında eğitim almış , birkaç yabancı dil bilen bir insandı. Sosyal çevresi çok genişti. Ailesine ve çocuklarına çok bağlıydı. Ticari faaliyetleri fena sayılmazdı.
Aile içinde zaman zaman tartışma, kavga olmazmıydı? Bu ailede hiç olmadı. Bu ailede herkes konumunu çok iyi biliyordu.
İzzet bey, evdeki dengeleri çok kültürlü bir insan olması dolayısı ile çok iyi kuruyordu. Kadriye hanım, çok zeki bir kadındı. Sorumluluğunun bilincindeydi.
Pervin ve Gültekin çok küçük yaşta yaşadıkları , büyük yıkımdan sonra çok olgun , sorumlu birer evlat olmuşlardı. Sahip olunan şeyin farkındaydılar adeta.
Dönmez ailesi Serdivan -Arabacı alanı mahallesinde kirada oturuyorlardı. İzzet bey’ in Adapazarı belediyesinde Fen İşleri Müdürü olarak çalışan İnşaat Mühendisi bir arkadaşı vardı. Kendisi belediyeden ayrılarak bir konut yapı kooperatifi kurmuş, üye kaydına başlamıştı. Yalvar yakar yeni müteahhit , eski belediyeci arkadaşı İzzey bey’i Kuyudibi mahallesinde inşa edeceği kooperatife üye yapmıştı. Müteahhit ballandıra ballandıra yapacağı konutları methetmişti. İzzet beyde ikna olmuş , kooperatife üye olmuştu. Yıl 1986.
Kooperatif , kısa sayılacak bir sürede bitti. 1989 yılı mutlu bir yıldı.
Zehra Asena doğmuştu.
Serdivan’da sobalı küçük bir evde oturan aile , asansörlü , kaloriferli ve genişçe bir eve taşınmanın çifte mutluluğunu yaşıyordu. Artık kiradan da kurtulunmuştu.
Asena daha kundaktayken yeni eve taşınıldı.
Rüyalara bile sığmayacak bir 10 yıl geçti.
Pervin lise ve üniversiteyi bu evde okudu , bitirdi.
Mustafa Gültekin ortaokul ve liseyi bu evde okudu ve bitirdi , Hatta askere bu evden gitti , teskereyi 17 Ağustos 1999 rezil ve lanetli depreminden 15 gün önce alarak bu eve gelmişti.
Zehra Asena ilkokula bu evde başladı , o lanetli yılda 5 . sınıfa geçmişti.
Kadriye hanım , bir orkestra şefi gibi evini idare ediyordu. Evin reisi İzzet bey’de bu mutlu aile yuvasından güç alarak iş hayatında başarıdan başarıya koşuyordu.
Baba İzzet bey’le oğlu Gültekin şirkette iş ortağı idiler. Gelecekle ilgili çok güzel iş planları vardı.
Gültekin ‘ in askerden geldiği 1 Ağustos tan 17 Ağustos gecesine kadar her akşam baba oğul birlikte akşam yemeklerine çıkıyor ve orada iş planları yapıyorlardı.
Gültekin ‘ in askerliği süresince İzzet bey yalnız başına işinde yorulmuş ve bunalmıştı. 24 yaşında genç, çalışkan, üretken, herkese karşı çok saygılı, genç iş adamı Gültekin, babasının yorgunluğunu üzerinden almaya hazırdı. Zaten bütün askerliği boyunca uzaktan işleri takip etmiş, birliğinden her izin aldığında babasına yardıma koşmuştur. Şimdi İşleri devralmaya hazırdır. Babanın tecrübesi, genç iş adamı Gültekin‘in olağanüstü enerjisi iş hayatında yeni başarıların, yeni atılımların habercisi gibiydi.
Ah o gece , o lanetli gece !
16 Ağustos 1999 Pazartesi baba İzzet bey işleri için İstanbul‘a gitmiş, gece 12 de iş yerine dönmüştü. Gültekin gece 12‘ye kadar iş yerinde babasını beklemişti. Beraberce iş yerini kapatıp, eve doğru yola çıkmışlardı ki Gültekin babasına “ Baba annemi çok özlüyorum , artık dayanamıyorum “ demişti.
Sedat Kirtetepe caddesinden eve doğru araçla ilerlerken İzzet bey irkildi ve aracı durdurdu. Gültekin ‘in annesi 1985 yılında vefat etmişti. İzzet bey, 14 yıl boyunca ne kızı Pervin’le, ne de oğlu Gültekin’le bir tek defa olsun anneleriyle ilgili konuşmamışlardı. Birbirlerine ne söyleyebilirdi ki!
Konuşup Kadriye hanımıda incitmek istemiyorlardı. Konuşmama konusunda aralarında zımni bir mutabakat olmuştu.
İzzet bey yutkundu, boğazı düğümlendi. Bir şey diyemedi oğluna.
Eve vardılar.
Kadriye hanım onlara yemek hazırlamıştı , hem yemeği yediler hem de Gültekin ‘in evlilik işlerini konuştular.
İzzet bey’in Akyazı’dan bir arkadaşının kızı vardı. Kızımız, abla Pervin’inde okul arkadaşıydı. Üniversiteyi yeni bitirmişti. Dönmez ailesi kızı çok beğeniyorlardı. Gültekin ‘inde onayı vardı. İsteme işini kız tarafı’da bekliyordu. O akşam aile içinde son onaylar verildikten sonra kız tarafından randevu almaya karar verildi.
Kadriye hanımda, İzzet bey’de rahatlamışlardı. Kızımız çok hanım , çok cici bir gelin adayıydı . Eve yakışırdı yani. Gültekin’de onay vermişti.
O gün hava çok gergin , sıcak ve bunaltılıydı. Bütün Adapazar’lılar adeta nefes almakta güçlük çekiyordu. Gece saat 12 yi geçmesine rağmen havadaki bu ağırlık bir türlü geçmemişti.
Kadriye hanım salonda koltuğa uzandı ”boğuluyorum, nefes alamıyorum bana yardım edin” diye feryat ediyordu. İzzet bey eşiyle ilgilenirken Gültekin arabasının anahtarını alarak dışarıya yöneldi. İzzet bey “Nereye Oğlum “ dedi. Gültekin “ baba bende bunaldım, çıkıp biraz hava alıp döneceğim “ dedi. İzzet bey “ Ne olur oğlum fazla geç kalma , beni merakta bırakma “ dedi. Saat artık gece 2’ye yaklaşmıştı. Kızlar daha önceden yatmışlardı, İzzet bey ve Kadriye hanımda yattı.
Daha yeni dalmışlardı ki Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası gibi bir patlama oldu. Yattıkları odanın bütün perdeleri kapalı olmasına rağmen odanın içine korkunç bir aydınlık çöktü. Sanki odanın içinde 100 watlık ampul vardı. Hemen ardından koca elli daireli apartman 8 – 10 metre ileriye, 8 – 10 metre geriye gelmeye başlamıştı. Her ileri gidiş ve gelişte karyolanın ayak ucu tavana çıkıyor , daha sonra baş ucu tavana yükseliyordu. Kadriye hanım eşine sordu “ İzzet neler oluyor?” İzzet bey, 1967 depremini yaşamış , kıl payı ölümden dönmüştü. “Deprem oluyor Kadriye” diyebildi.
Karı koca kelime-i şehadet getirmeye başladılar. Birbirlerine helallik dilediler. “Demek her şey bu kadarmış dediler.” Her ikisi de gözlerini kapadılar , bildikleri duaları okuyarak çaresizce ölümü beklediler.
Beş katlı, elli daireli apartmanın en alt katta, 1 no’lu dairesinde oturuyorlardı.
Koskoca bina , korkunç bir gürültüyle Dönmez ailesinin üzerine yıkılmıştı. Ağızları , yüzleri , gözleri toz toprak içindeydi. Yatak odasının tavanı tam göğüslerinin üzerine gelmişti. Yatakla tavan arasında sıkılıp kalmışlardı. Her artçı sarsıntıda tavan biraz daha onları sıkıştırıyordu. Sağa sola dönmek mümkün değildi. Apartmanın bodrumunda kışa hazırlık , yazdan alınmış 200 ton kömür vardı. Sıkışmadan dolayı o kömürde alttan tutuşmuştu. Odaya sürekli karbondioksit gazı salıyordu. Dönmez çifti ölüp ölmediklerinin farkında bile değillerdi. Dışarıdan sesler duymaya başlayınca ölmediklerini anladılar.
Kadriye hanım “ evlatlarım , evlatlarım “ diye feryada başladı. “öldüler onlar , hepsi öldüler” diye beton yığınının altında çığlıklar atıyordu. İzzet bey, eşini sakinleştirmeye çalışıyordu. “ Bak biz ölmedik , belki onlarda yaşıyordur “ diye onu iknaya çalışıyordu.
Kadriye hanım zeki bir kadındı , ön sezileri çok kuvvetliydi. Bitişik komşuları Şaban Batış ailesinin bütün fertlerinin enkaz altında konuşa konuşa hayata veda ettiklerini dinlemişlerdi. Ama kendi çocuklarından hiç ses çıkmamıştı.
Bodrumdaki kömürün tutuşması bir karış boşluk kalmış odanın oksijenini tüketmek üzereydi. Karasu’dan Kadriye hanımın annesi-babası enkaz başına gelmiş, feryatları duyuluyordu. Binlerce ton betonun öldüremediği Dönmez çiftini oksijensizlik öldürmek üzereydi. İzzet bey son bir gayretle dışarıya seslendi “ burada havasızlıktan ölüyoruz, ne olur bir hortum verin içeriye, nefes alalım” dedi. Bu feryadı duyan kayınbaba Kadir bey çaresizlik içinde zayıf ve çelimsiz elleriyle , hatta tırnaklarıyla evlatlarının üzerindeki beton parçalarını kaldırmaya çalışıyordu. Bu çaba sanki sonuç verdi. Zifiri karanlık ve pres olmuş odada, yattıkları karyolanın ayak ucundan iğne ucu kadar bir ışık belirmişti. İzzet bey, o ışığı dışarıya haber verdi. Kayın biraderi Hasan Ali ve üst kat komşusu fedakâr ve vefakar dost Hikmet Tezkızan büyük bir gayretle o deliği elleriyle büyüttüler.
O delikten ilk kez İzzet bey çıktı, sonra Kadriye hanım çıktı. Kıyameti asla aratmayacak feryatlarla birbirlerine sarıldılar , mey’us kadere isyan edercesine haykırarak ağladılar.
Peki çocuklara ne olmuştu ?
Artık onları da kurtarma zamanıydı. Apartman , hem öne, yani yola doğru,hem de biraz sağa yatarak çökmüştü. İzzet bey ve Kadriye hanım’ın hayatta kalmaları da biraz buna bağlıydı.
Pervin ve biricik kardeşi Zehra Asena‘da yan odada aynı yatakta yatıyorlardı.
Herkes oraya yöneldi. Görünen manzara korkunçtu. Bina yıkılırken sağa doğru yattığı için üst kolon Asena’nın başı üstüne gelmişti. Karyolası ile birlikte Asena’nın bedeni binanın dışındaydı. Yattıkları odanın tül perdesi Asena’nın üzerine beyaz bir gelinlik gibi örtülmüştü. 10 yaşındaki Asena’nın boyu 17 – 18 yaşındaki bir genç kız gibi uzamıştı. Asena, sevgili annesinin bütün kişilik özelliklerine sahipti. 10 yaşında bir çocuk değil, yetişmiş bir genç kız gibi davranışlara sahipti. Babası ile düğünlere, derneklere katılırdı annesini temsilen. Yine babasıyla çarşı, pazar ve market alış verişlerine çıkardı. Evin tüm eksiklerini bilir, alış verişi ona göre yapardı.
O gece bina sallanırken uyanıyor, ablasına “Ne oluyor abla “ diye soruyor. Abla Pervin “ bilmiyorum ablacım” diyor. İki kardeşin son sözleri bu oluyor.
Başının altındaki yastık çekilince Asena enkazdan hemen çıkarıldı. Sanki yastıkla beton arasında sıkışıp boğularak öldüğü düşünüldü hep. Hiç yarası beresi yoktu. Bina yıkıldıktan sonra birisi uzanıp başının altındaki yastığı çekip alsa Asena sanki kurtulacakmış gibi duruyordu. Kim bilir?
Ama yatakta Abla Pervin Yoktu. Hiçte ses gelmiyordu. Aradan bir saate yakın zaman geçti. O odanın enkazından bir inleme sesi geldi. Aman Allah’ım! Pervin yaşıyordu. Kuyudibi mahallesindeki o sitede ailesiyle yaşayan İzzet bey’in ekmeğini yemeyen, yardımını görmeyen hiç kimse yoktu. Sitede oturanların çoğu o mahallenin insanıydı. Mahalleden gelen herkes kendi yakınlarını enkaz altından çıkarıp, tekbir getirerek olay mahallinden uzaklaşıyordu. İzzet bey, komşularına kendisine de yardım etmeleri için ayaklarına kapanarak yalvarıyordu. İzzet bey, güçlü kişiliği ile güçlü sosyal ilişkileriyle mahallede herkese yardımı dokunmuştu. Bazen dairesini satıp başka yere taşınmayı düşündüğünde komşuları “ bu daireyi alacak kişiyi döver, buradan kovarız sen, bu mahallenin liderisin “ diyorlardı. Ne olmuştu bu insanlara?
İnsanlık, yardım severlik, dostluk, komşuluk, her şey bitmişti adeta. İzzet bey’in daha sonra öğrendiklerine göre Adapazarı’nın her yerinde durum böyleydi.
İnsanlar birinci derece yakınlarını alıp hemen şehri terk ediyordu. Kimse alt kattaki, enkaz altındaki komşusunun feryadını, duymuyordu bile.
İnsanlar adeta hayvanlaşmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Aile Pervin’i kendi çabalarıyla kurtardı. Pervin’in saçları beton enkazının altında kalmıştı. Dışarı çıkartılamıyordu. Bir sopanın ucuna makas bağlanarak Pervin’e uzatıldı. O makasla Pervin saçlarını kesti. Koyu sarı, kıvır kıvır, upuzun saçlarını enkaz altında bırakarak çıktı Pervin.
Dışarı çıktığında aynı yatakta birlikte yattığı sevgili kardeşi Asena’nın yerde yatan cesedi ile karşılaştı. Kapandı kardeşinin üzerine, feryatlarla ağlamaya başladı.
Enkaz altında sadece Gültekin kalmıştı. Ama ona ulaşmak ne mümkündü. Onun yatak odası apartmanın tam orta kısmına geliyordu. Ve üzerinde beş kat, elli dairenin enkazı vardı.
İzzet bey, sanki Kabe’yi tavaf edercesine bina enkazının etrafında koşturuyor, bir yerden bir delik bulurumda oradan ulaşırım biricik oğluma diye beton yığınlarının altlarına dalıyordu. Bina öyle şerefsizcesine yıkılmıştı ki, onun yapımına izin veren sorumsuz politikacının, onu inşa eden sorumsuz müteahhit’in suratına bir tokat gibi pervasızca yerde yatıyor, asla geçit vermiyordu. Yapacak hiç bir şey yoktu.
İzzet bey, yetim büyüttüğü , severken “arslanım” dediği , “yiğidim” dediği biricik oğlunu binlerce ton betonun altında bırakarak, sevgili kızı Asena’nın bir beze sarılı cansız bedenini arabasının bagajına koyup , yanında eşi ve yaralı kızı Pervin’le baba ocağı Akyazı’nın yolunu tuttu.
Arka sokaklardan, daracık köy yollarından zorlukla ulaşılmıştı Akyazı’ya.
Mezarlıkta baba evinin karşısındaydı.
İzzet bey, akşamüstü birkaç yakını ile birlikte “yuvamın çimentosu” dediği sevili kızını toprağa koydu.
İzzet bey’in hepside maden işçiliği yapmış dört erkek kardeşi vardı Belçika‘da. Depremden iki gün sonra onlar geldi Türkiye ‘ ye. Madenciler alışıktı bu tür işlere. Tam teçhizat gelmişlerdi. Binlerce ton betonun altında kalmış yeğenlerini 5.gün çıkardılar. Apartmanın bodrumundaki yüzlerce ton kömür tutuşmuş binayı ince ince yakıp kavurmuştu. Muhtemelen Gültekin’in vücut bütünlüğü de bozulmuştu. Amcalar, ağabeye hiç göstermeden alelacele gömdüler Gültekin’i. Onun bedeninin ne halde olduğunu ağabeyleri İzzet bey’e hiç söylemediler. İzzet bey’in hafızasında o hep gülen yüzlü, adeta tanıyan herkesin kanını ısıtan asil duruşu kalsın istemişlerdi.
İzzet bey, kadere meydan okurcasına tek başına çıktığı hayat yolculuğunda 14 yıl sonra 2 tane evladını kaybederek yeni bir darbe daha yemişti.
Sorgulamaya başlamıştı İzzet Bey Her şeyi… Neydi? Ne oluyordu?
Bir insanın hayatına sığar mıydı bu kadar acı?
Beş yaşından itibaren müthiş bir din eğitimi almıştı.
Bütün gençliğini Allah, Vatan, Bayrak diyerek tüketmişti.
Geldiği noktada her şeyi sorgular hale gelmişti.
Akyazı’daki baba evinin bahçesinde Hendek’ten aldığı muşambadan bir çadır yapmıştı İzzet Bey. O muşambadan çadırda üç kişi kalan ailesiyle aylarca kaldılar. İki evladını depremde kaybeden Dönmez ailesine bu devlet bir çadır, bir battaniye bile vermemişti.
Depremden birkaç ay sonra Adapazarı’nda bir yakını İzzet bey’e “kendisinde 100 tane battaniye olduğunu, isterse bundan birkaç tane verebileceğini” söyledi. İzzet bey dehşete kapıldı. Evinin sıvası dahi çatlamayan bu adam 100 tane deprem battaniyesini iç etmişti. Kim bilir kimler daha neleri iç etmişti.
Görüldü ki 17 Ağustos depreminde Türkiye Cumhuriyeti devleti kartondan bir devletmiş.
Bu devlet, bu güne kadar aç gözlü müteahhitlere konut diye milyonlarca tabut yaptırmış.
Bir de üstelik bunlara sağlamdır diye iskân vermiş.
İskân ne demek?
Sağlıklı, güvenli konut demek. İzzet bey’de sağlıklı, güvenli konut diye devletin iskan belgesi verdiği bu konutta oturuyordu çocuklarıyla.
Devlet, bu sorumsuz müteahhitleri yargılayacak dirayeti bile göstermedi.
Hayat devam ediyor.
Ailesinin neredeyse yarısını kaybeden İzzet Bey, babasının sahibi olduğu Toprak Mahsulleri Ofisinin karşısındaki bir ahşap evi onararak tekrar Adapazarı’na döndü. İş yerlerinin çoğu yıkılmıştı. Atatürk Lisesinin karşısında, toprağın içine 1 metre gömülmüş ama yıkılmamış bir dükkanı kalmıştı. Onu biraz tamir ederek yeniden işine döndü.
Yanında artık yol arkadaşı Kadriye Hanım ve kızı Pervin kalmıştı.
Zamanın Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz ve Türk Telekom Genel Müdürü Mehmet Fatih Yurdal Ankara’dan, üniversite’den arkadaşlarıydı. Onların tavassutu ile kızı Pervin’i Türk Telekom’a işe yerleştirdi.
Pervin, 1985 yılında annesini, bu depremde de iki kardeşini kaybetmişti. Acıların en büyüğünü yaşayan Pervin belki olanları unutur, teselli olur diye o kurumda işe başladı.
İzzet bey, depremden hemen sonra peş peşe iki kere bel fıtığı ameliyatı geçirdi. İkinci ameliyatında doktorlar kendisine şeker hastası olduğunu da söylediler.
Normaldi bu ve VARAN 1’di.
Depremden sonra altyapı çalışmaları nedeniyle Adapazarı’nın her yeri toz toprak içindeydi. İzzet bey’de fırsat buldukça eşini ve kızını alıp zaman zaman şehir dışına çıkıyordu.
Her yola giderken Kadriye Hanım krize giriyor “bana çikolata, gofret gibi bir şey bulun” diye feryat ediyordu. Şekerli bir şey yedimi rahatlıyordu.
İzzet bey “Allah Allah, şeker hastası benim, ona ne oluyor” demeye başladı kendi kendine. Hemen doktora gidildi. Doktor “ Kadriye hanım’da ileri derecede şeker hastası” dedi. VARAN 2
1999 depreminde Kadriye Hanım 34 yaşındaydı. İstese bir çocuğu daha olabilirdi ama olmuyordu. Doktorlar vakit kaybetmeden İstanbul’ da bir tüp bebek merkezine gitmelerine salık verdi, tüp bebek denemelerini önerdiler.
İzzet bey eşini böyle bir merkeze götürdü. Tetkikler yapıldı. Her şey normaldi. Büyük bir ihtimalle olur dediler. Dönmez ailesi büyük bir ümitle tüp bebek denemeye başladılar.
Her deneme başarısızlık, her deneme büyük bir hüsran.
Gözyaşlarıyla Adapazarı’na dönüş.
Tam 11 kere bu denemeler farklı hastanelerde yapıldı.
Sonuç hüsran, hüsran, yine hüsran!
Vücuda alınan yüzlerce hormonlu ilaç çabası. Yüzbin doların üzerinde masrafta yanına kâr.
Son bir deneme yaptıkları özel bir hastaneden yine hüsranla ayrılan Dönmez çiftine yolda gelirken hastanenin embriyoloji doçenti telefon etti. Doçent telefonda “İzzet bey, bu sektör maalesef sömürüye çok açık hale geldi. Sizin durumunuza da çok üzülüyorum. Ben embriyoloji hocasıyım. Kadriye Hanım bu yumurtalarla asla hamile kalamaz. Bizim hastane dahil gittiğiniz her hastane gerçeği biliyor, haksız yere sizi sömürüyor, mesleğimden utanır oldum, lütfen adımı vermeyin, bu işi de bırakın “ dedi.
İzzet Bey, eşine bunları söyleyemedi ama durumu anlamıştı.
İzzet bey’in “Senin uğruna ölürüm Türkiyem” dediği ülke burasıydı.
Sorumsuz müteahhitlerin , sorumsuz doktorların cirit attığı Türkiye
VARAN 3
Bu arada Pervin’ e İstanbul’dan bir kısmet çıkmıştı. Aslen Adapazarlı, ancak İstanbul’ da ikamet eden Gölhan ailesi Dönmez ailesine dünürcü gelmişti. Aile zaten Adapazarı’nda tanınan, bilinen bir aileydi. Aileler anlaştı. Pervin, babasını, annelerden öte sevdiği Kadriye ablasını bırakarak İstanbul’ a gelin gitti.
Kadriye – İzzet Dönmez çifti artık iki kişi kalmışlardı.
İzzet bey, işlerini kısmen yoluna koyduktan sonra Serdivan’da bir siteden banka kredisi ile bir ev satın aldı. İzzet ve Kadriye çifti ikisi de şeker hastası olduğu için doktorlar yürümelerini öneriyor. Sitenin içide yürüyüşe çok müsait. İzzet bey akşamları yürüyor, eşi Kadriye hanımada yürümesini öneriyor. Kadriye hanım, yürümek için dışarı çıkıyor. Ancak elleri, ayakları kasılıyor.Adapazarı’nda gittikleri hiçbir doktor hastalığa teşhis koyamıyor.
Televizyonlarda da programa çıkan İstanbullu bir beyin cerrahından randevu alınıyor. Yanlarında daha önceden çekilmiş filmleri var. Doktor,hemen boyun fıtığı teşhisi koyuyor. İzzet bey itiraz edecek oluyor “ Hocam emin misiniz, Adapazarı’ndaki tüm beyin cerrahları, kesinlikle boyun fıtığı değil dediler” diyecek oluyor.
Doktor filmi ışığa tekrar tutarak “işte burada fıtık” diyor. Ameliyatla kesinlikle iyileşeceğini taahhüt ediyor. Pazarlık yapılıyor. Doktor “ 20.000.- TL alırım” diyor. İzzet bey “S.S.K. ,sigorta” filan diyecek oluyor. “Benim çalıştığım hastanenin S.S.K. ile anlaşması yok, paranın tamamını siz ödeyeceksiniz” diyor doktor.
Depremde enkazın altından çıkan, iki evladını kurban veren , tüp bebek denemelerinde yüz bin doların üzerinde masraf yapan İzzet bey “ne yapalım bunu da öderiz” diyor.
Çünkü Kadriye hanım yürüyemez olmuştu. Para zar zor denkleştirildi. Bahsedilen hastanede Kadriye hanım boyun fıtığı ameliyatı oldu. Çok büyük acı ve ızdıraplar çeken Kadriye hanım iyileşeceği umuduyla ameliyat yaralarının acısını hiç hissetmedi bile. Günler haftaları , haftalar ayları kovaladı. İyileşme ne kelime, Kadriye hanım daha da kötüleşmişti.
Yeniden doktordan randevu alındı, Doktor hastayı bir nöroloji profesörü ne yönlendirdi.
Kadriye hanım, eşi İzzet bey ve damadı Eray’la nöroloji profesörünün muayenehanesine gittiler. Noroloji profesörü hoca hanım tam kapıdan içeri girerken , parmağını Kadiye Hanım’a doğru uzatarak “ bu hanım Parkinson hastası” dedi. Daha hiç hastanın adını bile sormadan, muayene bile etmeden teşhisi koydu “ PARKİNSON “
VARAN 4
Aklın durduğu , sözün bittiği yer işte bu olsa gerek.
Profesör hanım , hastalığın ne olduğunu , hasta ve hasta yakınlarını gelecekte nasıl bir süreç beklediğini uygun bir dille izah etti. İlaçlar yazıldı . İzzet bey , “bir yanılma olamaz mı?” dedi. Hoca hanım, kesin bir dille “ben Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden emekli Parkinson hastalığı profesörüyüm. Keşke yanılsam. Hastalıkta hayli ilerlemiş.” dedi.
İzzet bey “ bizi size gönderen hoca niçin fark etmedi de bize boşu boşuna boyun fıtığı ameliyatı yaptı “ diyecek oldu. Hoca “ o konuda yorum yapamam “ demekle yetindi. Doktor değil,Kadriye hanım bir kasabın eline düşmüştü adeta .
Kadriye hanım , biricik kızını kaybetmenin acısını yaşarken , şeker hastalığı ile boğuşurken yeni bir mücadeleye daha başlıyordu.
Yılmayacaktı , yıkılmayacaktı , pes etmeyecekti.
Eşi İzzet bey için, kızı Pervin için, Pervin’ den dünyaya gelen iki torunu Oğuzhan ve Emre için acılarını içine gömüp mücadeleye devam edecekti.
Günde beş vakit kıldığı namazında “ Allah’ım sen bana sabır ver, dayanma gücü ver, yüreği yaralı bir eşim var, onu bensiz koma, hem anne’den yetim, hem de iki kardeşten yetim Pervin kızımı bensiz koma. Bu dünyada tutunacak bir dalı, yaslanacak başka bir omuzu yok. Başka dileklerim kapında kabul görmedi, bari bu dileğimi yüce katında kabul buyur Allah’ım “ diyerek yüce yaradanına her gün yalvarırken göz pınarlarının kuruduğunu hissediyor.
Her çaresiz insanın sığınacağı tek kapı var. Allah c.c. “Ondan geldik, yine ona döneceğiz” imanıyla hiçbir şey olmamış gibi hayata dört elle sarılan Kadriye hanım her gün kendine yepyeni uğraş alanları yaratmaya başlıyor.
Başına gelenleri isyanla değil, büyük bir imanla ve tevekkülle karşılıyor, Kadriye hanım.
“Madem varız, madem hala hayattayız. Bu dünya insanlar için bir imtihan dünyasıdır” deyip, azimle, imanla ve karalılıkla mücadele etmeye devam ediyor.
Kadriye hanım, hayatı boyunca aç kalan, açıkta kalan herkese yardıma koşmuştur.
Bu durum depremden öncede aynen böyleydi.
Yaptığı yardımları kimseye hissettirmeden yapar, başkalarını da yardıma teşvik eder, yardımların kollektif olmasına öncülük ederek, daha da büyümesine vesile olur.
Şu anda elinizdeki katalogda gördüğünüz her şey Kadriye hanım’ın ELİ ÜRÜNÜDÜR. Titreyen parkinsonlu elleriyle bir şeyler yaratmak, bir şeyler üretmek için didinir durur. Büyük bir insani yaratıcılığa sahip olan Kadriye hanım yaptığı eserlerle herkesin hayranlık ve takdirini kazanmaktadır.
Bu kataloğu hazırlamaktaki amacımız Kadriye Hanım’ın örnek alınması içindir.
17 Ağustos 1999 depreminde on binlerce yurttaşımız hayatını kaybetti. On binlerce yurttaşımız da sakat kaldı.
Her yıl binlerce yurttaşımız kazalar da sakat kalıyor.
Her yıl binlerce yurttaşımız onulmaz hastalıklara yakalanıyor.
Kadriye hanım’ın yaralı anne yüreği ile, titreyen parkinson’lu elleriyle neler başarabildiğini, yaralı, acılı yüreklere, kazalarda sakat kalan insanlara birer örnek olmasını diliyoruz.
Gundem Haber..