Haberin yayım tarihi
2011-05-08
Haberin bulunduğu kategoriler

Belçika'da Yaşayan Vatandaşlarımızın Psikososyal Ekonomik Sorunları Ve Öneriler..

* Prof.Dr.Abdülkadir ÇEVİK

 * B.Senem ÇEVİK

Göçler insanlık tarihinin başından beri süregelen bir coğrafi değişikliktir. Göç psiko- sosyal bir süreç olduğu kadar ekonomik ve kültürel bir olgu olarak da tanımlanabilir. Göç toplumsal olarak karmaşık bir olaydır. İç ve dış göçlerin tümü göç eden bireyler üzerinde çeşitli sosyal ve psikolojik etkiler bırakmaktadır. İç göçlerde göç etme sebebi ve şekli farklılık göstermektedir. Ancak dış göçler genellikle isteyerek, daha iyi bir yaşam kurmak üzere sosyal ve ekonomik şartları geliştirmek amacıyla gerçekleşmektedir. Öte yandan bazı bireyler yasadışı örgüt veya kuruluşlarla bağlantılı olmaları veya suç teşkil eden çeşitli olaylarla bağlantılı oldukları için göç etmeyi tercih etmişlerdir.

Göç eden birey içinde yaşadığı, doğduğu veya büyüdüğü toprakları geride bırakıp yeni bir hayata başlamaktadır. Tamamen farklı bir yerde, yabancılık çektiği bir ortamda yeni hayatına başlayan bireyler çoğunlukla uyum sorunu ile karşılaşmaktadır. Bir değişim süreci olan göç bireyin sosyal yaşantısı ile aile yaşantısını tamamıyla etkilemektedir.

Değişim, toplumda var olan dinamik-durağan dengeyi sarsarak yeni dengelerin ya da dengesizliklerin yaşanmasına neden olmaktadır. Göçün etkisi yalnızca göçmenler üzerinde görülmez. Göç alan şehirler veya ülkeler de göçten etkilenirler. Göç sonucu o şehirlerin veya ülkelerin demografik yapılarında meydana gelen değişimler, hem göçmen hem de ev sahibi toplulukta psikolojik süreçleri harekete geçirir. Ev sahibi topluluk düzeninin bozulduğundan şikayetçi olmaya başlar. Yaşam tarzının etkilendiğini, farklı düşünen, davranan insanların tavırlarından, iletişim biçimlerinden duyulan rahatsızlıklar dile getirilmeye başlanır. Genelde ev sahibi konumundakiler göçmenleri küçümser, aşağılar ve horlarlar. Onların bu tutumları zaten yıkık durumdaki göçmenin daha fazla duyarlı hale gelmesi ve kendini öteki olarak görmesine neden olur. Bu durum göçmenlerin uyumunu bozduğu gibi entegrasyonu da zorlaştırır. Kırsal bölgelerden büyük kentlere göç edenler öteki olma ve yabancılık duygusunu çok çarpıcı bir biçimde yaşarlar. Bu yabancılık duygusunun yarattığı bunalımı hafifletmek için göçmenler kendiliklerinden doğal olarak hemşehrilik ve tanışıklık duyguları ile genellikle göç ettikleri kentlerde bir araya gelerek belirli mahalleler oluştururlar veya o mahallelerde yaşarlar. Örneğin Ankara’da Erzurum’dan gelen vatandaşlarımızın oluşturduğu Erzurumlular mahallesi vardır. Keza Belçika’da Emirdağ’dan göç edenlerin yaşadığı bir başka Emirdağ (Skaarbek) vardır. Bir araya gelme, bir grup oluşturma, birliktelik bireysel zayıflıkların hissedilmesini engellediği gibi dayanışma ve grup gücüyle bireyin güvenlik duygusunu yaşamasına sebep olur. Çünkü birey için grubun diğer üyeleri psikolojik olarak yardımcı ego, yardımcı benlik işlevi görürler. Bunun yanı sıra aynı köy, kasaba, şehir ya da ülkeden gelen kişilerin bir arada belirli bölgelerde toplanmaları yaşayabilecekleri yabancılık kaygısı ve korkusuna engel olur.  Keza aynı dili , aynı kültürü ve davranışları paylaşıyor olmaları da hem yabancılık duygusuyla ilgi kaygıları azaltmakta hem de varolan kimliklerini daha güçlü koruyup devam ettirmelerine yol açmaktadır.

Birey ve toplumlar göç ettikleri yerlerde farklılıklarını daha fazla hissedebilmektedir. İster zorunlu ister istemli göç olsun göç edenlerde ve göç alan yerlerde çok çeşitli duygular yaşanır. Bu duyguların başlıcaları; yabancılık duygusu,  eziklik, çaresizlik, ayırımcılık, zaman zaman ırkçılık, yalnızlık, ayrılık kaygıları, sıla  özlemi ve yas olarak tanımlanabilir. Bu duyguların dışında göç eden bireylerde çok ciddi kimlik sorgulamaları görülmektedir. Bu duygular dış göçlerde daha da belirginleşmektedir. Bu tür dramatik farklılıkların yaşandığı iç ve dış göçlerde bireyin ruhsal ve bedensel sağlığı ve kimliği üzerinde uzun süreli ve kalıcı etkiler yaratan kompleks   biyopsikososyal süreçler mevcuttur.

Genelde istemli göç edenler daha iyi bir uyum  sağlarlar.   İster istemli ister zorunlu  göç çalışmaları göçmenlerin yas sürecini kapsamaktadır. Yas sürecini etkili bir biçimde tamamlayabilme kapasitesi olan göçmen kendine ait göç öncesi kendilik imajı ile göç sonrası self imajını yan yana koyabilir. Bunu yaparak göçmen kendi kimliğinde bir continum (süreklilik) yaşar. Bir göçmenin kimlik sorunu ile ilgili mücadelesine yas süreci eşlik eder. Başlangıçta göçmen kültürel şok yaşar. Çünkü onun olağan olarak alışageldiği çevresinde değişiklik olmuştur. Yani göçmen için yeni çevre tahmin edilemeyen bir çevredir. Göçmen geride bıraktıklarıyla ilgili olarak etkili biçimde yasını tamamlamışsa yeni ülkenin hemen tüm özelliklerini ya da iki kültürlülüğü içeren yeni bir  kimlik kazanabilir. Göçmenin bunu yani bu “iyi” uyumu pozitif yönden algılayarak önceki ve yeni kimliklerini bir kontinum (yelpaze) içinde tutarak her ikisine de  tümden sahip olabilir. Göçmenin uyumunu üçüncü bireyleşmeye benzer. Bu söylem çocuklukta oluşan birinci ve ergenlik dönemindeki ikinci bireyleşmeyi izleyen bir süreç olarak ele alınmıştır. Gerçek olan şu ki değişebilmek ve değişime ayak uydurmak oldukça güç bir durumdur. Bir kimsenin saç modelini değiştirmesi ya da giyim tarzını değiştirmesi bile bazen günlerce düşünmesini gerektirirken kimlik özelliklerini değiştirmesinin  zorluğu açıkça görülmektedir.

Göç edenlerle yas tutma sürecine benzer olarak geri bıraktıkları ile ilgili bir çeşit yas sürecini yaşarlar. Bu süreçte ya geride bıraktıklarını yaşatmaya çalışır ya da yeni yaşadıkları yerlerin gerçeklerini kabullenmeye çalışırlar. Her iki tarafın değerlerini içlerine aldıkların da bu ikisi arasındaki çatışmayı ortak noktaları bulup bütünleştirme yapıncaya kadar yaşarlar.

Göç eden kişinin şimdiye kadar alışageldiği ilişkiler, çevresi ve dünyasının değişmesine bağlı olarak yaşadığı ani şok ve geride bıraktıklarıyla ilgili yaşadığı yasın karmaşık duyguları içinde ciddi bir kimlik sarsıntısı geçirmeye başlar. Bu psişik değişim ikinci bireyleşme sürecine  benzer bir durumu hatırlatır.     

Göçler sonucunda çevremizde alışageldiğimiz bu düzenleyicilerden ayrılmak zorunda kalırız. Kırsal alandan göç edenler için sabahları işittikleri horoz sesleri, koyun sürülerinin çıngırakları ve sesleri, atların kişnemesi, köye ait kokular dahi aranılan özlemi duyulan dış düzenleyicilerdir. Bunların yokluğu göçmenlerin kişiliklerinde kimliklerinde bir boşluk oluşturur.

Örneğin konuştuğumuz dilden, yemeklerden, müzikten kurallardan, geleneklerden farklı bir ortam  ciddi bir yabancılık duygusu oluştururken  geride bırakılanlarla  ilgi bir kayıp yaşantısı  ve  buna  bağlı  yas tepkisi oluşur.  Birey veya toplum kendisi veya toplum olarak etkili bir yas tutmadıkça anlamlı bir değişim olmaz.

Bu kültürel şoka  bağlı  kaygılar göçmenin  stabil  dengesini sarsar ve bozabilir. Çünkü az öncede ifade ettiğim gibi bütün bu ilişkiler psikobiyolojik  bir düzenleyici, regülatör işlevi görürler. İnsanlar köylerinde  gölgesinde  dinlendikleri  ağacı, su içtikleri çeşmeyi evlerinin önünden geçen sürünün çıngırak seslerini, hatta  ağıllarındaki  gübre kokusunun  dahi özlemini yaşarlar.

Göçle yaşanan bu kayıplar bireysel boyutta  birçok psikolojik ve fizyolojik değişiklikler yaşanmasıyla  sonuçlanır. Önceki yıllarda yaptığımız çalışmalarda olduğu gibi bu araştırmamızda da vatandaşlarımızın dertlerini ve duygularını ana  dilleriyle konuşarak ifade edememelerine bağlı olarak bedensel problemler geliştirdikleri gözlenmiştir. Psikosomatik ve somatoform bozukluklar görüşmelerde belirgin olarak gözlenmiştir.  Bir yandan kayıpların acısı yaşanırken öte yandan  değişim  ve olgunlaşma için yeni fırsatlar doğar. Göçün hastalıklar  dışında oluşturduğu  en  önemli sorunlardan  biride  bir psikolojik savunma olarak  geliştirilen  kimlik  sorunudur. Göç ve buna bağlı milli, etnik ve  dini kimlik  gibi kimlik  sorunları  ev sahibi toplumun itici, horlayıcı aşağılayıcı, ayırımcı ve ırkçı  tutumuyla  çok daha  şiddetli bir  biçimde  yaşanır. Göçmenler genellikle  psikolojik kimliğini  kaybetmektense  biyolojik  kimliğini onuruyla  kaybetmeyi tercih eder.

Göçmenler yabancı ya da farklı bir kültürün etkisi  altında  olduklarında  kimliklerinin  tehdit  altında  olduğu  duygusunu yaşarlar. Bu duygular içindeki göçmenler kimliklerini korumak amacıyla en az üç savunma davranışı gösterebilirler.  Bunlar:

1. Birincil geleneksel kimlik özelliklerinin abartılarak ortaya konması.                                                      

2. Birincil geleneksel kimlik özelliklerini reddedip yeni toplumun kimlik özelliklerini kabullenmek.

3. Yeni kültürün kimlik özellikleriyle kendi kimlik özelliklerini bütünleştirerek melez bir kimlik oluşturmak.

Belçika’da Yaşayan Vatandaşlarımızın Belli Başlı Sorunları

Belçika’da yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarını şu başlıklar altında inceleyebiliriz:

  • Konsolosluklar ve bürokrasi
  • Evlilik ve aile yaşantısı
  • Ekonomi
  • Eğitim/Disiplin
  • Öğretim
  • Sıla Yolu
  • Askerlik
  • Oy kullanma
  • Demokrasi ve adalet
  • Önyargı ve ayrımcılık
  • Lobicilik
  • Gruplaşmalar ve toplumsal bölünmüşlük
  • Cemaatler
  • Türkiye’nin siyasi sorunları
  • Türkiye’nin gurbetçilere bakışı
  • Nesiller arasındaki uçurum
  • Kültür ve uyum sorunu
  • Dil sorunu

Genel Değerlendirme

Belçika’da farklı görüş ve gruplara mensup vatandaşlarımız ile yapılan görüşmeler sonucunda genel anlamda devlete karşı bir kırgınlık sezmiş bulunmaktayız. Elçiliklerin geçmişteki tutumu ve sıla yolundaki özellikle Bulgar sınırındaki çile bir yana, vatandaşlarımız her ne olursa olsun Türkiye aşkı ve özlemi ile yaşamaktadır. Vatandaşlarımızın en önemli sorununun bir kimlik sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Belçika ile Türkiye arasında kalan vatandaşlarımız çoğunlukla bu iki kimlik arasında bir seçim yapmaları gerektiğini düşünerek yalnızca Türk kimliklerini yaşatmaktadır. Görüşülen kişilerden bir çoğu Belçika’da yaşayan Türklerin, Türkiye’de yaşayan Türklerden birçok anlamda daha geride kaldığını itiraf etmiştir. Belçika’da yaşayan vatandaşlarımız Avrupa modernitesi ile kendi göç ettikleri yıllarda memleketlerinin muhafazakarlığı arasında sıkışmış; yeni nesiller ile de bu sebepten dolayı çatışmaların yaşanmıştır. Kısacası, Doğu ile Batı arasında sıkışan, Belçikalı mı Türk mü olduğuna emin olamamış büyük bir grup ile karşılaşmış bulunmaktayız. Vatandaşlarımız Belçika’da Türk, Türkiye’de Almancı (veya yabancı) olarak algılanmaktadır. Ne yazık ki bu konuda Türkiye’de de eğitim eksikliği olduğu gibi, yurt dışından gelen ve aksanlı bir şekilde konuşan gençlerimize anlayışla yaklaşılması gerekmektedir.

Kültürel olarak büyük oranda Türk kimliğine bağlı olan vatandaşlarımız gerek yukarıda bahsedilen sebeplerden, gerekse eğitimsizlikten dolayı Belçika ve Türk kimliklerini sağlıklı bir şekilde entegre edememektedir. Kültür dejenerasyonu veya kültürel muhafazakarlık gibi uç örnekler de görülebilmektedir. Birinci ve ikinci nesil tutucu bir şekilde aynı köy veya kasaba hayatını devam ettirmek, hayatına hiçbir yenilik katmak istemezken, üçüncü ve dördüncü nesilden bazı gençler ise tamamen Belçikalı kimliği içerisinde erimektedir. Sağlıklı olmayan bu iki uç davranış modelinin daha sağlıklı bir uyum sürecine dönüşebilmesi vatandaşlarımızın önce sağlıklı bir kültür ve kimlik sahibi olmalarından, daha sonra da eğitimli olmalarından geçmektedir. Özünü unutmadan Türk kökenli Belçikalı olmayı başarabilen vatandaşlarımızın gerçekten de başarılı olduğunu ancak bu kişilerin “Türk gibi değil artık” söylemiyle kimi zaman eleştirildiğini de belirtmemiz gerekir. Açıkça ifade etmek gerekirse Türk kimliği ile Belçikalı kimliğini bütünleştiren kişilerin marjinal tutucular tarafından baskı altında tutulduklarını bir çeşit mahalle baskısı yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bu kişiler kimliklerine sanki ihanet etmiş gibi düşünülmekte ve bu anlamda tavırlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.

Vatandaşlarımızın ve özellikle de gençlerimizin gelecekle ilgili belirgin hedefleri olmadığı gibi, bir rol modellerinin de olmadığı görülmüştür. Gençlerimize hedef koymada en önemli görev ailelere düşmektedir. Bu konuda eğitimli olmasa da bilgi sahibi olan anne ve babalar, çocuklarını daha iyi yönlere kanalize edebilmektedir. Bazı vatandaşlarımızın toplum içinde öne çıkarak etkili isimler olduğu ancak bu kişilerin dahi gençler tarafından yeterince örnek alınmadığını söyleyebiliriz. Görüşmelerimiz, gençlerin de kısa yoldan zengin olmak istediğini ancak bu zenginliğe hangi özverilerle ulaşılacağını bilmediklerini, bu nedenle somaj gibi işsizlik parasına yöneldiklerini göstermektedir. Yapılan görüşmelerde Belçika’daki Türk toplumunun başta her yaşta erkekler olmak üzere Kurtlar Vadisi dizisini yakından takip ettiği ve “Polat Alemdar” karakterini rol model olarak gördüğü ifade edilmiştir.

Yukarıda bahsettiğimiz gözlemlerimiz ile yakından bağlantılı olan bir disiplin sorununun da mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Öğretim yani okullaşma sorunlarının yanı sıra aile içi eğitim ve disiplin de bir çocuğun gelecekle ilgili yönlendirilmesinde ve hedef sahibi olmasında çok önemlidir. Örneğin Türkiye’de birçok aile çocuğunun okumasını, deyim yerindeyse “adam olmasını” ister. Bu nedenle de çocuklarını okula göndermek için bütün imkanlarını seferber ederken bir yandan da çocukların geleceğine yönelik bir hedef koyarak çocuklarını disiplin etmeye çalışır. Kısacası burada bahsettiğimiz bir aile içi terbiye meselesidir. Türkiye’de daha önce köy ve kasabalarda yaşayan vatandaşlarımız Belçika’ya geldiklerinde bu yaşantılarını sürdürmeye devam etmiştir. Elbette köy ve kasabalarda çocuklara hele de göç edilen yıllarda özel olarak ilgi gösterilmezdi. Ancak değişen yaşam koşulları ile aileler de bilinçli birer ebeveyn olmak zorundadır. Aksi halde disiplinsiz ve kuralsız bir şekilde başıboş yetişen Türk gençlerinin kötü alışkanlıklar edinmesi kaçınılmazdır.

Avrupa’da yaşayan birçok Türk vatandaşının temel sorunu ırkçılık/ayrımcılık ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal meselelerdir (işsizlik, gettolaşma gibi). Ancak Belçika için gözle görülür bir ırkçılıktan söz edilememekle birlikte yasalarda eşit ancak tutumda ayrımcı bir durum da göze çarpmaktadır. Diğer Avrupa ülkelerine nazaran güçlü bir milli kimliği olmayan Belçika’da daha rahat yaşayan ve kendi kimliğini muhafaza edebilen vatandaşlarımız yine de iş bulma, konut bulma ve çocuklarının okullarda başarı sağlaması konularında ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade etmiştir.

 Vatandaşlarımızın yaşadıkları ülkenin dilini kullanmakta zorluk çektiği ve dolayısıyla da kendilerini yeterince ifade edemediği görülmektedir. Vatandaşlarımızın Belçika’ya yerleşmelerinden günümüze kadar geçen süreçte gettolaşmış mahallelerde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Günlük hayatını devam ettirmenin Fransızca veya Flamancasız da mümkün olduğu Skarbek mahallesinde Türkler kendi içine kapalı olarak yaşamaktadır. Bakkal, pideci, kahvehane, berber, kuaför, kasap, inşaat malzemeleri dükanı ve daha birçok gündelik ihtiyacın karşılanabildiği mekanlar Türk mahallesinde tıpkı Türkiye’deki bir kasabadaki gibidir. Bu nedenle Brüksel’in Skarbek mahallesinde yaşayan vatandaşlarımız yaşadıkları mahalleden hiç çıkmadan dahi hayatlarını devam ettirebilmektedirler. Doğduğu günden beri Skarbek’te  yaşayan, ancak henüz Brüksel şehrinin merkezini dahi görmemiş vatandaşlarımız azımsanamayacak kadar çoktur. Ancak bu durum da daha önce bahsettiğimiz uyum sorununu ortaya çıkarmaktadır. Kendi kapalı toplumu içerisinde yani gettolaşmış olarak yaşayan bireylerin sosyal hayatı ve yaşama şekilleri de gelişme gösteremez ve göç öncesi durumu korur. Bu bağlamda dil öğesinin sosyal faktörlerle yakın ilişkisi olduğu söylenebilir. Kapalı ortamdan çıkmadan dil öğrenilemez, dil öğrenilmeden de kapalı toplumdan dışarı çıkılamaz. Bu açıdan düşünüldüğünde ise Türkçe ve Fransızca dil eğitimini iyi bir şekilde verebilecek okullar,  öğretmenler ve kurslar gerekmektedir.

Son Haberler

Hits: [srs_total_pageViews] Visitors: [srs_total_visitors]
Copyright © GUNDEM.be
Site içeriği ve dizaynın tüm hakları GÜNDEM.be websitesine aittir.
Kopyalamak ve izinsiz kullanmak kesinlikle yasaktır.