Kader Sevinç Yazdı.
“Aykırı bir 28 Şubat öyküsü: filler ve gelincikler”,
28 Şubat hep siyasi gündem üzerinden tartışıldı ve toplumu bölen bir zeminde ele alındı. Bu refleks 28 Şubat’ta olanları, yaşanan mağduriyetleri ve bunların Türkiye’nin bugününe etkilerinin toplum tarafından algısını zorlaştırdı.
Milli Güvenlik Kurulu’nun “tavsiye” kararları sonrasında ülkenin ve dünyanın gelişmelerinden kopuk siyasi kadrolar tasfiye oldu. Mesele sadece başörtüsü, sadece İmam Hatip Liseleri meselesi değildi. Eğitime siyasi müdahale ile neşter atıldı. Mevcut sorunları kangrene çevirip, tıpkı yok sayılmış tüm sorunlar gibi, onları zamanın yüzümüze çarpması için boşluğa terk edildiler. Üstelik zaman hızla akıp, 21. yüzyılın bilgi toplumu çağında toplumun eğitim ihtiyaçları da değişerek yeni sorunları önümüze koymayı sürdürürken.
O yıllar
1998 yılında lise son sınıf öğrencisiydim. Zaten 12 Eylül’ün izlerini yaşayan, imtiyazsız bir ailenin çocuğu olarak Anadolu’nun bir köşesinden diğerine sürüklenirken kardeşimin ve benim eğitim yaşamımız oldukça sarsılmıştı. Ülke genelindeki sınavlarda iyi dereceler elde etmiştim ve başarılı bir öğrencidiydim. İçinde olduğumuz şartlar tercihimi yabancı dil ağırlıklı Anadolu Meslek Lisesi’nden yana yapmamı zorunlu kıldı. Yeni bir tayin nedeniyle ortaokulda yarı dönemde başladığım yeni okulumdaki öğretmenim de şöyle demişti «Ailenin durumu ve şartlarınız böyleyken sana tavsiyem bu liseyi tercih etmendir. Böylece mezun olduğunda meslek sahibi olup üniversitede de istediğin bölümde çalışarak okuyabilirsin. Kendi kaderini kendin çizersin». Mantıklı ve zorunlu bir seçenekti.
Okul sisteminin özgürlükçü olmayan, dogmatik, otoriteye dayalı yapısı ilkokul yıllarımdan bu yana başıma bela oldu. Lisenin son yıllarında artık çoktan sosyal sigorta kayıtlı bir öğrenciydim.. Siyasete ilgili bir genç olarak gelişmeleri takip ediyordum. Buna rağmen yaklaşmakta olan tehlikenin henüz farkında değildim. Hiç birimiz değildik.
O yıl
YÖK ve ÖSYM 1998’de tüm mesleki ve teknik liseleri içine alan ve hali hazırda bu okullarda okuyan milyonlarca öğrenciyi (%45) etkileyen kararı ile hepimizin gelecek hayallerini karartmıştı. Karara göre bu liselerden mezun öğrencilerin üniversitede seçebilecekleri bölümler için son derece dar bir düzenleme yapılmış ve katsayı uygulamasıyla imkânsız bu hale getirilmişti. Bu grubun içinde nispeten daha küçük bir kesimi temsil eden (%5) İmam Hatip Liseleri’nin durumu önplana çıkmıştı. Ülkenin içinde bulunduğu gerginlik ve baskı ortamında sesini çıkarabilenlerin sayısı azdı.
Aynı kaderi paylaştığımız diğer öğrenci arkadaşlarım ile konuyu tartıştık. Gece evde hazırladığım taslak bildirileri ve dilekçe örneklerini ertesi gün bir kafede buluşarak değerlendirdik, son halini verdik. Tüm bölüm oradaydı, o gün kimse okula gitmemişti. İlçe Milli Eğitim’e doğru yürüyüşe geçtik. İlçe Milli Eğitim Müdürü bizi teskin eden sözler söyleyerek, mesajlarımızı üst makamlara iletme sözü verdi. Sonra da hemen arkamızdan okul yönetimine gerekli cezanın verilmesi, okuldan atılmamız talimatını verdi.
Mezuniyetimize kadar geçen dönemde, okulda hepimiz hakkında yürütülen disiplin soruşturmasıyla zor günler yaşadık. Üniversite sınavının puanlama sistemi konusunda uzmanların dahi pek az şey bildiği ve tam bir kaos yaşanan bu dönemde öğretmenlerimizin, üst makamlardan gelen talimatla, adeta hafiye gibi çalıştıklarına üzülerek şahit oldum. Eylemin düzenleyicisi, basına bildirileri geçen kişi olarak bana en ağır cezayı vermek ve diğerlerine ibret olması için öğrenci arkadaşlarıma aleyhime şahitlik yapmalarının teklif edildiğini duyuyordum. Sonuçta ceza aldık. Velilerin ve öğrencilerin yoğun tepkisiyle bu cezalar sınırlanabildi ama bizden çok şey götürdü. Eğitim sisteminin « fikri hür, vicdanı hür » bireyler yetiştirmek üzerine kurulu olmadığını gördük; adalete inancımız zedelendi.
Bu sürecin sonunda bir çok arkadaşım üniversiteye devam edemedi, yıl kaybı yaşadı ya da istemediği bölümlerde, başarı düzeyinin altındaki yerlerde okumaya zorlandı. O sırada kavganın iki tarafı tartışmayı başörtüsü ve İmam Hatipler’e kilitlemişti. Bizler yapayalnızdık. Filler dövüşürken çimenler eziliyordu. O kadar da olsundu.
Bunca yıl sonra hala yaralayıcı bir konu da, ana akım medyanın ekran ve gazetelerinin büyük isimlerinin sessizliği oldu. Onların maharetli kalemlerini bu meselenin görünmeyen tarafları olarak bizim yaşadığımız çaresizliği anlatmak için oynatmayışları ve « kendine demokrat » tavırları bugünlerin de hazırlayıcısıydı. Mağdur olan milyonlarca teknik ve mesleki lise öğrencisi ve aileleri yok sayılmanın verdiği öfkeyi yaşıyordu. Bu öfkenin siyasi izdüşümünün yanında olan Türkiye’de mesleki eğitime oldu. Aileler çocuklarını meslek liseleri ve teknik liselere göndermemeyi seçti. Yapılan düzenlemelerle bu liselere öğretmen yetiştiren bölümlerin de aldığı darbe sonucu hem mesleki eğitimin kalitesi hem de nitelikli işgücü büyük zarar gördü.
Bu yıllar
Bugün gelişmiş ülkelerin yaratıcı, bağımsız, analitik düşünebilen, gelecekte ihtiyacımız olan bilgi ve yeteneklerle donanmış bireylerini yetiştiren eğitim modelleri ileriye doğru gitmeyi sürdürüyor. Türkiye’de ise hala eğitim tartışmalarının daha da yasakçı, dogmatik, yaratıcılığı baltalayıcı, yetenekleri geliştirmeyen ve dünyadaki evrimden kopuk yönde değiştiğini görüyoruz.
Teknoloji, İngilizce, genel kültür, sosyal sorumluluk, girişimcilik, yenilikçilik, özgürlükçülük… 28 Şubat 1997 veya 28 Şubat 2015. Türkiye’de eğitim ülkeyi dünyada güçlü bir toplum yapabilecek yaratıcılıktan çok uzak.
Eğitim hala siyaset kurumunun oyuncağı olmaktan kurtulamıyor ve herkes kapandığı kamplarından konuşmayı sürdürüyor.
Uçurum büyüyor.
Gelincikler eziliyor.