Doç. Dr. İsmail Şahin / Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi
Devletini ayakta tutmak isteyen her lider, diplomasinin gerçekliğiyle, kendi gerçekliği arasındaki farkı bilerek hareket etmek zorundadır. Devletin sorumluluğu ve yükü ağır; düzeni ise eskidir. Ayrıca her devletin kendine özgü bir geleneği ve anlayışı vardır. Diplomasi ve dış politika bunlar içerisinde en çetin olanıdır.
Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğunun memnuniyetle karşıladıkları konuların başında dış politika geliyor. Zira son yıllarda takip edilen dış politika, tüm yönleriyle Türkiye'nin ulusal ve bölgesel çıkarlarıyla büyük bir uyum içerisinde ilerliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın uluslararası ilişkilerde artan tecrübesi, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun konulara hâkimiyeti ve Türkiye'nin diplomaside kat ettiği mesafe, Türk hükümetinin daha rasyonel ve Ankara merkezli bir dış politika izlemesine imkân sunuyor.
Esnek ilişki ağı
Jeopolitik faktörler dikkate alındığında Türkiye'nin çok yönlü ve bir o kadar esnek bir ilişki ağına ihtiyaç duyması, hem diplomatik hem de coğrafi bir gerekliliktir. Tüm devletler genelde dış politikada bu düsturu rehber edinmeye çalışır. Nitekim duygusal refleksler, dış politikanın esas aldığı bir model değildir. Mesela tüm ahlaki ve duygusal tepkilere rağmen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden, ABD'nin denizaşırı ulusal çıkarları için Suudi Arabistan'ı ziyaret etmek zorunda kalmıştı. Bunun en önemli nedeni, ABD'nin çıkarlarının Biden'ın beklentilerini aşmasıydı.
Beşar Esad ile görüşme
Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşme olasılığını doğal karşılamak gerekiyor. Nihayetinde dış politika kararlarında dönemsellik ve gerçeklik oldukça önemlidir. Dahası kararların alınmasında dönemin koşulları hayati bir öneme sahiptir. Ayrıca dış politikanın dinamik ve değişime açık bir alan olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Devletin sabit ve değişen çıkarları vardır. Sabit çıkarlar, devletin doğrudan varlığına ilişkindir. Değişen çıkarlar ise koşullara ve döneme bağlı olarak şekillenir. Tarih boyunca diplomasinin ahlaksal yönünün, çıkar mekanizmalarına çoğunlukla yenildiği görülür.
Modern kapitalist çağda ahlaki duruş, artık ikinci plandadır. Bu yüzden devletini ayakta tutmak isteyen her lider, diplomasinin gerçekliğiyle, kendi gerçekliği arasındaki farkı bilerek hareket etmek zorundadır. Devletin sorumluluğu ve yükü ağır; düzeni ise eskidir. Ayrıca her devletin kendine özgü bir geleneği ve anlayışı vardır. Diplomasi ve dış politika bunlar içerisinde en çetin olanıdır.
Suriye için hayati olan, siyasi uzlaşının sağlanması ve ülkenin terörist gruplardan temizlenmesidir. Bu durum, hem Türkiye'nin hem de bölgenin çıkarınadır. Suriye ve Ortadoğu'nun istikrarının en çok Türkiye'ye fayda sağlayacağı bilinen bir gerçektir. O halde Suriye ve Ortadoğu'ya istikrar kazandırabilecek girişimlerde bulunmak, Türkiye'nin en doğal hakkıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşeceğine ilişkin iddialara soğukkanlı bir şekilde bu pencereden bakmak gerekiyor. Kaldı ki Türkiye, milyonlarca Suriyeliye geçici koruma sağlamaktadır. Suriyeli mültecilerin gönüllü ve güvenli bir şekilde geri dönüşleri tüm tarafların yararınadır. Bunun için uygun şartların vakit kaybetmeden hazırlanması bir hayli önemlidir. Bu doğrultuda, gerek Suriye rejimine gerekse de Türkiye ve uluslararası topluma ciddi sorumluluklar düşmektedir. Erdoğan'ın, yüksek politika gereği bu konuda inisiyatif alması, ülke ve bölge adına yeni bir başlangıç sunabilir.
Ciddi bir müttefik
Ankara'nın takip ettiği ilkeli ve kararlı dış politikanın Türkiye'nin uluslararası itibarını ve etkisini artırdığı, çoğu uzmanın paylaştığı bir görüştür. Esasında tüm bunlar, başarılı bir şekilde ifa edilen girişimci ve insani dış politikanın doğal bir yansımasıdır. Türkiye çatışmaların çözümüne ve arabuluculuğa ziyadesiyle önem vermektedir. Nitekim bu husus, Türkiye'nin girişimiyle 22 Temmuz'da imzalanan tahıl koridoru anlaşmasıyla bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Rusya'nın Ukrayna işgali, uluslararası güvenlik konusunun ne kadar kırılgan bir yapıya sahip olduğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Türkiye, NATO'nun caydırıcılık unsurunun önemli bir parçasıdır. Zira Müttefiklerin güvenlik endişeleri ile Türkiye'ye duyulan ihtiyaç arasında doğru bir orantı vardır. Öyle ki bu denklem, Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında imzalanan "Üçlü Muhtıra" ile tekrar teyit edilmiştir. Müstakbel NATO müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç'in PKK, PYD/YPG ve FETÖ terör örgütlerine destek sağlamaktan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg huzurunda vazgeçmeleri, Türkiye'nin NATO içerisindeki gücünü ve de milli güvenliğine tehdit oluşturan terör örgütlerine karşı tutumunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg sürekli bir şekilde Türkiye'nin İttifak için önemini sıklıkla dile getirmekten geri durmamaktadır. Stoltenberg'in bu davranışı oldukça realpolitiktir. Şurası çok açık ki Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki güç dengesinde dengeleyici bir güç olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Bu yüzden Batılı müttefikler, Türkiye'nin çıkarlarını ve güvenlik endişelerini daha fazla ciddiye almak zorunda oldukları bir dönemle karşı karşıyadırlar.
Şanghay daveti
Uluslararası sistemin çok kutuplu bir yapıya yöneldiği rahatlıkla görülebiliyor. Soçi'deki Erdoğan-Putin görüşmesinde, Türkiye'nin Rusya'dan satın aldığı doğalgazın bedelini kısmen ruble ile ödenmesi konusunda tarafların anlaşmaya varması, dolar hegemonyası için kritik bir eşiğe işaret ediyor. Milli paraların uluslararası ödeme aracına dönüşmeye başlaması; Rus doğalgaz ithalatçılarının ödemelerini dolar ve Euro yerine ruble olarak yapmaları Amerika'yı elbette rahatsız edecektir. Böyle bir adımın domino etkisi yaratıp yaratmayacağı ise şimdilik belirsiz.
Finansal yapılarda meydana gelen esnemelerin güç dengelerini de harekete geçirdiği bir gerçek. Bu bağlamda Putin'in Erdoğan'ı rubleye davet etmesiyle, Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) toplantısına davet etmesi mahiyeti itibariyle aynıdır. Her ikisi de Amerikan hegemonyasına karşı bir başkaldırı; çok kutuplu bir sisteme geçiş için güçlü bir sinyaldir. Rusya, Türkiye'nin dönüşen ve gelişen gücünün farkındadır. NATO gibi Rusya da Türkiye'nin rolünden istifade etme peşindedir. Burada Türkiye'yi sürükleyici, öncü bir aktör olarak hayal etmek önemlidir. Uzak ve yakın komşularıyla geliştirdiği ilişkiler, içerisinde yer aldığımız belirsizlikler çağında ziyadesiyle kıymetlidir.
ABD'ye duyulan güvensizlik
Ortadoğu'da ABD'ye yönelik bir mesafe ve güvensizlik söz konusudur. Benzer durum, Afrika ve Orta Asya ülkeleri için de geçerlidir. Türkiye, Amerika'nın ciddi baskılarına ve yaptırımlarına boyun eğmeyerek surda ciddi bir gedik açmayı başarmıştır. Bu, eşine az rastlanılan örnek bir başarıdır. Bu durum NATO için de önemli bir sınavdı. Öyle ki İttifakın, "farklılıklara rağmen bir bütün olma" ilkesinin Türkiye üzerinden test edildiği bir dönem tecrübe edilmiştir. Ardından Ukrayna Savaşı, NATO'nun siyasi ve askeri yönünü test etmiştir. Her iki olayda da müttefiklerin, anlaşamadıkları konulardan ziyade üzerinde anlaştıkları konular üzerinden iş birliği yapmalarının önemi bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Dünyadaki liberal eğilimlerin uluslararası ilişkilerin klasik davranışlarını da aşındırdığı ortadadır. Soğuk Savaş Dönemi'ne ait tek sesli kutupsal ilişki artık çok geride kalmıştır. Rusya'ya uygulanan heyecanlı yaptırımlardan beklenilen düzeyde neticeler elde edilememesi aslında her şeyi özetlemektedir. Rusya'nın prestij kaybına uğradığı çok açıktır. Fakat aynı düzeyde olmasa da Amerika için de bir kayıp söz konusudur. Böyle bir atmosferde Türkiye ayarında birçok devlet, ittifaklara bağlı serbest bir oyuncu olmayı tercih eder. Nitekim fayda/maliyet hesabı dikkate alındığında tüm taraflarla ilişki kurmanın getirisinin tek tarafla ilişki kurmaktan çok daha fazla olduğu görülür.
Türkiye'nin Batı ittifakından kopması ihtimal dışı bir konudur. Dolayısıyla Erdoğan'ın, Putin'in daveti üzerine eylül ayında Şanghay Beşlisi'nin Özbekistan'da yapacağı toplantıya katılacağını açıklaması, eksen kayması şeklinde yorumlanamaz. Türkiye belki de tarihinde ilk defa Asya, Afrika ve Avrupa ülkeleriyle aynı anda ilişki kurmaya çalışmaktadır. Bu, takdire şayan bir çabadır. Ankara'nın bu çok yönlü girişimi, Türkiye'nin katalizör ve de kaldıraç rolünü bir hayli güçlendirmektedir. Hal böyle olunca, tüm taraflar Türkiye'nin bu rolünden istifade etmeyi düşünmektedirler. Bu, oldukça gerçekçi bir yaklaşımdır. Nihayetinde Türkiye'nin üç kıtaya uzanan kollarının sağlayacağı katma değer ortadadır. Rasyonel hareket eden her devletin ya da örgütün bunu değerlendirmek istemesinden daha doğal bir şey yoktur. Bu aşamada Türkiye'nin yapması gereken, kazan-kazan formülü üzerine üç kıtayla inşa ettiği ilişkilerini artırarak devam ettirmek ve bu çerçevede diplomatik kapasitesini güçlendirmektir.