- Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, 2011 yılını işaret ederek gündeme getirdiği "Eğer…" sorusu, belki kaybedilen zamanı telafi etmeye yetmeyecek olsa da halen AB’nin geleceğini kurtaracak hamlelerin yapılmasına imkân tanıyabilir
Gazeteci Mehmet A. Kancı, "Türkiye Avrupa Birliği'ne (AB) girse ne olurdu?" sorusu çerçevesinde, AB'nin mevcut durumunu ve Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini AA Analiz için kaleme aldı.***
Tarihin kırılma noktası olarak tanımlanabilecek vakalarda, karar vericilerin o en kritik andaki tek tercih şanslarını farklı kullanmaları acaba tarihin akışını nasıl etkilerdi? Bu sorunun gündeme geldiği durumlar tarih, jeopolitik ve siyasetle ilgilenenlerin aklını mütemadiyen meşgul eder. "Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana’nın yardımına gelen Haçlı Ordusu’na karşı gereken önlemi alsaydı Avrupa ve Osmanlı tarihi nasıl gelişirdi?" ya da "Hitler, kurmaylarının tavsiyelerine uyarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne (SSCB) saldırı kararını 2 yıl erteleseydi dünya tarihinin akışı nasıl şekillenirdi?" gibi sorular günümüzün tarihçileri tarafından da ele alınıyor ve ortaya çıkabilecek alternatif gerçeklikler üzerine kitaplar yazılıyor. Bu alternatif tarih yaklaşımı spekülatif bir kurgunun alt ürünü gibi görünse de gelişen olaylar zinciri içerisinde hataların tekrarlanmasını önlemeyi ya da sürecin akışının değiştirilmesini sağlayacak hamleleri mümkün kılar.
- AB, 2011 yılında tarihin akışını değiştirebilirdi
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 4 Şubat günü bir televizyon kanalında yaptığı değerlendirmeler esnasında Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine dair soruya yanıt verirken geriye dönüş yaparak bir tespitte bulunması da bu nedenle dikkat çekicidir. Fidan, Brüksel’in 2011-2012 yıllarında Türkiye’yi üyeliğe kabul etmesi halinde AB’nin stratejik güç dengesinde, güvenlik ve diplomaside bugünkünden daha farklı bir noktada olabileceğine dikkati çekti. Dışişleri Bakanı Fidan’a göre güvenliğini Birinci Soğuk Savaş boyunca Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) havale eden, son 20 yıldır da güvenlik alanında kendisine ait bir kimlik oluşturamayan AB’nin güç dengelerinde yaşadığı zafiyet 2016 yılında İngiltere’nin birliği terk etmesi sonucunu doğurdu. Fidan bu tespitiyle önemli bir noktaya daha işaret etti; Brexit’in bir referandum kazasından ziyade, AB’de ortaya çıkan zafiyetler neticesinde İngiltere devletinin bilinçli bir tercihi olduğunun altını çizdi. 2011 yılından günümüze etkileri süren, dünya tarihine yön vermiş diğer gelişmeleri de sıralamakta ve Türkiye’nin o süreçte AB üyesi olması halinde bu olaylara nasıl etki edeceği üzerine bir fikir jimnastiği yapmakta fayda var. Arap Baharı sürecinde Muammer Kaddafi’nin öldürülmesiyle Libya’da ortaya çıkan otorite boşluğunun ve Suriye iç savaşının getirdiği düzensiz göçün, Avrupa kıtasına ve Doğu Akdeniz’e jeopolitik etkileri, Türkiye’nin AB üyesi olduğu bir ortamda çok daha farklı bir şekilde yönetilebilirdi. Keza, Türkiye’nin AB’ye üye olduğu bir denge oyununda Rusya, 2014 yılında Donbas bölgesindeki ayrılıkçı Rus güçlerini desteklemekle beraber, Kırım’ı ilhak etme fikrini bir kez daha düşünebilirdi. 2019 yılının son günlerinde başlayan Kovid-19 salgınında Avrupa’nın endüstriyel üretim ve tedarik zincirinde yaşanan krizlere bağışıklığı yine Türkiye’nin üyeliği sayesinde daha yüksek olabilir, etkileri bugüne de uzanan ekonomik kriz sürecinin daha hafif atlatılması sağlanabilirdi. 2022 yılının şubat ayında alevlenen Rusya-Ukrayna savaşının AB’nin enerji piyasasında yarattığı tahribat daha hızlı çözümlerle giderilebilirdi. AB bünyesinde son 13 yılda giderek derinleşen jeopolitik fay hatlarının yarattığı sarsıntılar, Türkiye'nin Avrupa ekonomisine kazandıracağı dinamizm ve AB'nin güvenliğine vereceği destek sayesinde hafifletilebilirdi.
- Tarih, Türkiye’yi AB’ye almayanların aleyhine işledi
2007 yılında Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan, yaklaşan tehlikeleri görme basiretinden yoksun, günübirlik politikaların uygulayıcısı eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin vizyondan mahrum siyaseti hem AB hem de Türkiye açısından 1987-1999 yılları arasında yaşanana benzer bir zaman kaybı döneminin kapısını açtı. AB, Türkiye’nin 1987 yılında tam üyelik için yaptığı başvuruyu da gerek Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) lehine bozduğu dengeleri muhafaza etmek, gerekse Varşova Paktı’nın dağılmasının sağladığı nüfuz alanını genişletme fırsatını değerlendirme uğruna görmezden gelmişti. O yıllarda Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel jeopolitik rekabet sahnesinde tehdit addetmeyeceği zannıyla hareket edildi. Brüksel’deki karar vericilere göre, Türkiye’ye Birinci Soğuk Savaş sürecindekine benzer şekilde ihtiyaç duyulmasını gerektirecek bir ortam artık söz konusu değildi. Doğu Avrupa ülkelerinin birliğe katılmasıyla iş gücü sorunu çözüldü. SSCB’nin dağılmasıyla da güvenlik kaygıları son buldu. Bu eksik yaklaşım, ulus devlet üstü bir yapı olan AB’nin bir sonraki sıçramayı gerçekleştirmesinin önündeki engel haline geldi. Birliğin büyüme stratejisi, medeniyetler üstü bir yapı inşa etmek yerine, Rusya’nın etki alanındaki topraklar istikametinde genişleyecek ancak sadece Hristiyan ülkeleri bünyesine katacak doğrultuda şekillendirildi. Bu yaklaşımla, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbingniew Brzezinski’nin, 1995 yılında yayımlanan Kontrolden Çıkmış Dünya (Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the 21st Century) kitabında ortaya koyduğu vizyonun gerçekleşmesi sorunsuz işleyebilirdi. Yani ABD, tek kutuplu bir dünya inşa etmek uğruna Irak ve Afganistan seferlerine çıkmak yerine kendi ülkesinde reformlara ağırlık verseydi ve ABD’nin küresel ekonomik refah alanında Japonya ve AB ile yarıştığı bir dünya mevzu bahis olsaydı, Sarkozy ve Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in tasarladığı AB de yaşamını sorunsuz devam ettirebilirdi. Ancak tarihin akışının içerdiği paradoksal sürprizler, Türkiye’yi AB’ye almayanların aleyhine işledi.
-AB karşıtı popülist aşırı sağ yükselişte
Ankara’ya farklı ortaklık modelleri öneren bu liderlerin ülkelerindeki seçmen kitleleri günümüzde, AB’ye şüpheyle bakan ve İngiltere’deki gibi exit referandumları düzenlemek isteyen partileri iktidara taşımak üzereler. Normal şartlarda Almanya’da 2025 yılında yapılacak federal seçimlerde ve Fransa’da 2027 yılındaki cumhurbaşkanı ve parlamento seçimlerinde AB karşıtı popülist, aşırı sağ partilerin doğrudan iktidara gelmeleri ya da ortak olmaları kaçınılmaz görünüyor. Almanya’daki hava ve demiryolları grevleri ile AB geneline yayılan çiftçi eylemleri ise haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağı parlamentoda salt çoğunluğu kazanmaya yaklaştırıyor. Avrupa’da 2028 yılına kadar düzenlenecek seçimlerin sonuçları, Sarkozy ve Merkel’in Türkiye’nin üyeliğine karşı arkasına sığındıkları toplum tabanının AB’ye son vereceği bir finali getirebilir. Dışişleri Bakanı Fidan’ın, 2011 yılını işaret ederek gündeme getirdiği "Eğer…" sorusu belki kaybedilen zamanı telafi etmeye yetmeyecek olsa da, hala AB’nin geleceğini kurtaracak hamlelerin yapılmasına imkan tanıyabilir. Bu nedenle Fidan’ın, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini belirleyecek "AB Türkiye'yi üye yapmak istiyor mu, istemiyor mu?" sorusuna vurgu yapması zamanlama açısından önemli. Berlin-Brüksel-Paris hattının bu soruya vereceği yanıta bağlı olarak birliğin geleceğini belirlemek için kullanabileceği süre giderek daralıyor.
AA