Yazar Mahmut Aşkar’ın Anadil Türkçe Hakkında Brüksel Notları
Değerli Arkadaşlar,
Avrupa Türklerinin Cefakâr Kültür Elçileri,
Avrupa Türkleri için Türkçe gibi en hayatî bir konuda biraraya gelmiş olmak, kaybolmaya yüz tutmuş ümitlerimi yeniden depreştirdi. Hepinizi sevgi ve muhabbetle selamlıyorum.
Saygıdeğer Katılımcılar,
Medeniyetlerin olduğu kadar kültürlerin de taşıyıcı dilleri olur. Fakat her dil bu taşıyıcılık özelliğine sahip değil. Batı medeniyetinin eski Yunanca ve Latince’den sonra şimdiki taşıyıcı dillerinin başında İngilizce (ben ve bir önceki kuşakların okul döneminde Fransızca ilk sıradaydı) ve onu takip eden Fransızca ve Almanca diyebiliriz. İslâm medeniyetinin taşıyıcı dilleri; Arapça, Farsça ve Türkçe’dir.
Ayrıca Türkçe bir kültür dilidir ve bizim zengin (imparatorluk) kültürümüzün taşıyıcısıdır. Türkçe olmadan “Türk kültürü” olmaz! Kültürümüz olmazsa biz, biz olmaktan çıkarız.
Eylül 2011’de kaybettiğimiz yazar Cengiz Dağcı, Türk edebiyatına kazandırdığı biribirinde değerli eserlerini, anavatanı Kırım’dan çok uzaklarda ve 92 yıllık ömründe hiç görmediği Türkiye’nin Türkçesi ile İngiltere’de yazdı.
Bir söyleşisinde şöyle diyordu: “Dilini umursamayan, özellikle yabancı bir ortamda, dilini yitiren bir insan, dilden fazla bir şey yitirir. Yurdu ve insanları, pörsüye (solmuş, canlılığını yitirmiş) pörsüye, ağara ağara, geri dönmeyecek şekilde silinip gider onun gözlerinden ve yüreğinden. Gene de bir insan olarak yaşayabilir belki; ama o artık kendi yurdunun insanı olmaz; içinde yaşadığı, dilini benimseyip kabul ettiği yabancı milletin insanı da olmaz.” (Türk Edebiyatı, Kasım 2011)
Merhum Cemil Meriç de; “Kökü mazide olmayan her insan memleketine ve başka memleketlere yabancıdır” diyor.
Biz de bu durumu, “araftaki nesil” olarak tanımladık: Ne bizden, ne de onlardan... Yıllar önce “araftaki nesil”i yazarken; “Toprağından sökülmüş bir başka iklime dikilmiş çocuk; derdini bilmez, kendini tanımaz, kendisiyle kavgalı, dünyasıyla kavgalı çocuk...” diye tarif etmişiz.
Türkçe Sevdalısı Dostlar,
Bildiğiniz gibi, Avrupalı Türk’ün en öncelikli meselesi; kültürel kimliktir. Bu kimliğimizi ancak dilimiz Türkçe’yi okuyacak ve yazacak seviyede yaşatarak muhafaza edebiliriz.
Bize göre çok farklı ve dominant (belirleyici), hatta kendilerine göre, “üstün” kültür coğrafyasında “Türk” varlığının, ırkî değil kültürel anlamda, yegâne teminatı Türkçe’dir.
Birçoğumuz için Türkçe, anadil olma özelliğinin yanısıra kültür dilidir. Etnisiteleri farklı olan bazı kesimlerimiz içinse, Türkçe, anadilin üstünde bir kültür dilidir. Çünkü Türkçe, Anadolu’nun bütün renklerini bünyesinde barındıran bir özelliğe sahiptir. O hâlde Türkçe, farklı etnisitelere mensup ama Türkiye kökenli hepimizin ortak kültür dilidir.
Bundan dolayı, Anadolu kültür coğrafyasının farklı köşelerinden, Avrupa’nın belli-başlı ülkelerine göç edenler ve onların buralarda doğup büyüyen nesilleri, köken olarak Türk olmasalar da, varlığını muhafaza edebilmek, ya da asimile olmamak için Türkçe’ye sahip çıkmalı, onu yaşatmalıdırlar.
Almanya’da, Türkçe’nin yaşatılması adına verilen mücadelinin başlığı “anadil”dir. Hatta bundan birkaç yıl önce Türk çatı kuruluşlarının temsilcileriyle birlikte 2012 yılında yeniden (ilki 2005 yılında Frankfurt’ta yapılmıştı) başlattığımız ve maalesef yüzüstü bırakılan “milli proje”mizin adı, “Türkçe’m Anadilim Geleceğim”in kısaltılmışı olarak TAG’dı.
Avrupa Türkleri arasında başlatacağımız Türkçe seferberliğinin adı, ister “Anadil Türkçe” ister “Kültür dili Türkçe” olsun, tek gayesi; kültürel varlığımızın canlı tutulması için Türkçe’nin yaşatılması olmalıdır.
Değerli Arkadaşlar,
Tarafımızdan yapılan bir teklifle 2005 yılında, Frankfurt’ta “1. Avrupa Türk Dili Kongresi”ne konuşmacı olarak davet edilen şair-yazar Yavuz Bülent Bakiler’le yaptığım bir söyleşide şu tavsiyelerde bulunmuştu:
“Benim burada size teklif edeceğim husus şudur: Şair Mehmet Akif milleti tarif ederken diyor ki; millet, dil ve din beraberliğinden ibarettir. Ziya Gökalp’ın da buna benzer bir tarifi, tesbiti var; millet, dil ve din şuuru etrafında birleşilmesinden meydana geliyor. Bu iki kültür değerimiz son derece mühimdir. Bunlardan birisini diğerine tercih edemeyiz. Ama siz bana burada sorarsanız, derseniz ki, bu dil ve din konusunda en önemli hangisidir, ben hiç tereddüt etmeden derim ki, birinci derecede dikkate alınması icap eden dildir. Çünkü dil olmasa dini anlatmamız mümkün değil. İnsanımıza evvel emirde bunu kabul ettirmeliyiz. Sevgili Peygamberimize sormuşlar; “Din nedir Ya Resulallah?” demişler, Peygamberimiz; “din nasihattır” demiş. Şimdi din nasihatsa, biz bu nasihatı neyle, nasıl yapacağız? Biz bu nasihatı Türkçe yapacağız. Ancak Türkçe’yle düşüncelerimizi veya dinin güzelliklerini ortaya koyabiliriz.”
Buna, Prof. Hayrettin Karaman’ın, “din, dilde yaşar” tesbitini de ilave ederek dikkatinize sunmak istiyorum.
Garp’ın büyük gökkubbesi altındaki Avrupa Türklerinin, sığındıkları ve sığınacakları dernekler, camiler ve aile ocakları gibi kendi gökkubbecikleri de var. Avrupa Türkleri olarak, o mekânlarda kendimizden sonrakilere bırakabileceğimiz en kıymetli ve hayırlı miras; o mekânlarda kendimizce, yani Türkçe seslenebilmek olacaktır.
Sloganımızı tekrarlıyoruz: Avrupa adlı kültür coğrafyasında Türkçe olmayacaksa, yarınlarda ne biz oluruz, ne de bizden olanlar. O hâlde; Türkçe varsa, biz de varız!
Avrupalı Türk’ün yaşadığı ülkelerin hemen hepsi dolaylı ifadeler ve metotlarla, farklı bir kültür havzasından gelen bize, kendimiz olmayı bıraktırma gayreti içindeler. Terry Eagleton da burada bizim imdadımıza yetişircesine, asimilasyon kokan bu türden zihiyete diyor ki; “Sizi anlamak için kendim olmayı bir kenara bırakacak olursam, geriye sizi anlayacak kimse kalmaz.”
Öyle ya; Allah muhafaza, bir anda dünyadaki bütün milletlerin tek millete dönüştüğünü düşünün... Böyesi monoton bir dünyada sizi tanıyacak bir ötekisi yoktur artık. Hâlbuki, (Kuran-ı Kerim’e göre) bizim farklı ırk ve renklerde yaratılışımızın gayesi; birbirimizle tanışıp anlaşmak değil miydi...
Değerli Katılımcılar,
Kıymetli Dostlar,
Taşıdığı değerlerden, mensubu olduğu kültürün zenginliğinden bihaber yetişen nesillerin kendini bilmeleri ancak dil ile olur. Kendini bilmek için kendi dilini, başkalarını bilmek için de onlarını dilini bilmek gerek.
Kendini bilmek; taşıdığı kimliğin şuurunda olmak demektir. Bunun tersi, kimlik bunalımıdır.
Avrupa’daki Göçmen Türklerin yeni yetişen nesillerinde başgösteren kimlik bunalımının en başlıca sebebi ise Türkçesizliktir.
Göçmen Türk ailelerin birçoğu, çocuklarının bir Alman, Hollandalı veya Fransız gibi düşündüklerinden şikâyetçi. Farklı değerlere sahip bir dil ile düşünen insanın, kendisini ifade etmesi ancak o kadar olur. Nitekim Wilhelm von Humboldt da; “Dil, düşünceyi şekillendiren organdır” diyor.
Eğer Türkiye için, Avrupa Türkleri için bu coğrafyada lobi çalışması yapılacaksa, bu gayret herşeyden ve hepsinden önce Türkçe için ve öncelikli olarak Türkler arasında yapılmalıdır.
Avrupa Türkleri, Türkiye için bir “nimet” olduğu kadar, Türkçe de Avrupa Türkleri için yeri doldurulamaz bir “nimet”tir.
“Garp’ın Gökkubbesi Altında Türkler” adlı çalışmamın giriş sayfasına taşıdığım, buradaki yeni nesiller adına feryadın, en azından sizler tarafından duyulmasını temennisiyle tekrarlıyorum:
Onların, göz göre göre bir başka kültür deryasında kaybolup gitmesine olan feryadımızı, harayımızı duyması gerekenler duymadı, duymak istemedi ne yazık ki... Hâlbuki biz onlara bu deryada yüzmesini öğretebilirdik.
Avrupa Türkleri adına, onların Garp’ın gökkubbesi altında ilelebet kültürel varlıklarını devam ettirmeleri için başlattığımız bu çalışma, inşallah yeni nesillere bu kültür deryasında boğulmamak için kulaç açmalarına vesile olur.
Madem bu istikamette ilk adımı Brüksel’de atıyoruz, öyleyse zamanı geldiğinde “Avrupa’da Türkçe Konuşan Göçmenler Birliği”nin kuruluşunu da burada gerçekleştiririz.
Son söz olarak: Şeyh Edebali’nin; “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünden mülhem biz de; Türkçe’yi yaşat ki, Avrupa’daki Türk varlığı yaşasın, diyoruz.
Mahmut Aşkar
Brüksel:27/12/2017