Tüm şehitlerimizin ve geride bıraktıkları emanetlerinin aziz hatırasına….
Nice şairlerin şiirlerinde ‘Oysa ben akşam olmuşum, yapraklarım dökülüyor usul usul, adım sonbahar.’ diye anlattığı bir eylül akşamın da, yani hüznün ayında, dalından düşen kurumuş bir yaprak misali düşüyorum gecenin ortasına...Beynimde çalkalanan ‘Yazmalısın yoksa öleceksin!’ çığlıklarının yankıları arasında oturuyorum masama ve açıyorum bilgisayarımı. Ekrana yansıyan vicdanımın resmi, bir anne şefkatini yüklediği, kızgın bir ses tonuyla ‘Neredesin bunca zamandır?, Bu kadar yaşanan acı varken neden böyle geç kaldın yazmak için?’ diye soruyor. Cevap veremiyorum ama için için de ‘kolay mı öyle yazmak acıları! Yüreğinin damarlarını boşaltırcasına çekip çıkarmak satırları, dökmek kan rengin de bembeyaz sayfalara, kolay mı?’ diye söyleniyorum. Ve kendimi ilaç bağımlısı ölümcül bir hastanın, ilaçlarını aksatmasından dolayı taşıdığı suçluluk duygusunun kelepçelediği parmaklarımla başlıyorum tuşlara dokunmaya. Evet gerçekten de çok aksattım, çok oyalandım orda burada, ahesterevlik ettim. Nerden ve nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Tek bildiğim ne olursa olsun yazmalıyım.
Şairin şiirine “Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok anladığımız…” diyerek başladığı gibi başlıyorum çalmaya, gönül sazımı. Mevsim sonbahar, aylardan hüzün. Hem bu sefer adıyla olduğu kadar tadıyla da sarıyor ruhumun damarlarını. Hayat bir acılar denizi ve ben tam ortasındayım. Ne çok ölüm var etrafımda, ne çok kan ve gözyaşı. Sonbahar hüznü taşıyan ne çok yüz var etrafımda halkalanan.’
Hangisinde toplasam tüm hüzünleri, tüm kederleri, acaba ? ’ diye düşünüyorum.
Hangi yüzde resmetsem sonbaharı, hangisinde en iyi yansıtabilirim tüm renkleriyle hazanı?
Aylan geliyor aklıma ilkin. O denizin kirliliğinden dolayı artık yaşamaktan bıkıp, sahile vuran küçük bir balina yavrusu gibi, yaşamın kıyısına vuran o masum yavru. Belli ki hayatın ve yaşamın kirliliğinden bıkmış ta insanların ve insanlığın yuvarlandığı esfel-i safilinin utancıyla kapatarak yüzünü, uzanmış sahile dupduru yüreğiyle. Bakamıyorum yüzüne, zaten o da göstermek istemiyor yüzünü, zift deryasın da yüzleri kararmış insanların gözlerine ...Sonra şehit olan babasının tabutunun ardından ‘Baba gitme ne olur, bırakma bizi diye!’ feryat eden bir kız çocuğu geliyor gözümün önüne...Adı Ayşegül...Dişlerimin arasında sürekli ezip durduğum dudaklarım, içimin feryadını mırıldanıyor usulca; ‘Hiç yakışmıyor ki gözyaşının soğuk rengi, masum ve günahsız çocukların yüzüne Allah’ım!...’
Annelerin yüzüne bakıyorum. Ciğerparelerini sardıkları al bayrağın rengiyle dolan gözleri, koyu bir hazan kızıllığıyla dokunuyor ufuklara ve gün batımlarına. Bir yanları eksik ve bir ömür boyu kapanmayacak bir boşlukla dönüyorlar hayata, geride kalanlar. Elinde su şişesi , vakarla yazılan bir destanın en nadide yanın da duruyor şehit askerimin dedesi. Onun lastikleri kara, benimse vicdanım. Onun pantolonu yamalı, benimse ruhum yırtılmış boylu boyunca. Hangi tövbe kurnasıyla beyazlar ve hangi iyilik yamasıyla dikilir bu sökük halim, bilmiyorum.
Mevsim sonbahar, toprak üçüncü damlayı bekliyor artık göklerden. Ama öyle birkaç damla yetmez bu ateşleri söndürmeye .Ancak Nuh Tufanına denk bir tufan temizler yeryüzünün ve insanoğlunun kirlenmiş yanlarını. Gökler de hala bir kıpırtı yok. Gözler durmadan ağlıyor, yürekler durmadan kanıyor. Yine kan ve gözyaşı, bazen yan yana düşse de çoğu kez üst üste, sarmaş dolaş düşüyor toprağa.
Ve eylül!... Sen son defa herşeyinle gelip duruyorsun, bir çınar misali zamanı bölen, çizgi çizgi olmuş yüzünde Erzurumlu Dilber Nine’nin. Biricik torununun kanını ısıtan hain kurşunların sıcaklığı ilkin onun gözbebeklerine dokunup geçmiş sanki. Bir asra yaklaşan ömründe, belki de ilk defa acıyı, acıları, bebeklerin, çocukların, kadınların ve geride kalan kim varsa hepsinin acılarını böylesine derince yüklemişte yaşlı bedenine , meydan okuyor zamana .Ve ben Dilber Nene, senin yüzünde buluyorum sonbaharı, senin yüzünde veda ediyorum hüzün ayına. Hoşçakal Eylül! Yanlış anlama, giden biziz, kalan sensin. Kuruyan biziz, yeşeren sensin. Azalan biziz, çoğalan sensin. Göçen biziz kırık kanatlarla , konan sensin ey kınalı turnam. Kurban biziz, artık bayram sensin ey buhranlı Eylül!.
Ve itiraf ediyorum, ölen biziz ey aziz şehidim, yaşayan sensin. Vatan sensin, bayrak sensin, sıla sensin. Bir fatiha bekler ruhumuz, umarım onu da bizden esirgemezsin...
Hüsnü Can
30 Eylül 2015
Brüksel