ABD ve Avrupa, kendi çıkarlarına aykırı da olsa Türkiye karşıtı tezleri ve hamleleri destekliyor.
Ayhan Sarı
Freie Üniversitesi Berlin, Siyaset Bilimi, Doktora Adayı/PhD Candidate
İstanbul AA
Freie Üniversitesi Siyaset Bilimi Doktora Adayı Ayhan Sarı, Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımını Analiz Masası için değerlendirdi.
***
Türkiye son dönemlerde Suriye, Libya, Akdeniz, S-400 ve F35 krizlerini en düşük zararla atlatmak için yoğun bir çaba sarf ediyor. Siyasi karar alıcılar bu krizleri devletlerarası çıkar ilişkilerini göz önünde tutarak, diplomatik yollardan çözüme ulaştırmaya çalışıyor. Bu sebeple temel diplomatik hamleler, büyük oranda rasyonel bir kar-zarar hesaplaması çerçevesinde yürütülüyor.
Ne yazık ki Batı'da, ABD ve Avrupa’da yaşanan gelişmeleri incelersek, Türkiye’nin bu çabalarının olumlu şekilde sonuçlanmasının pek olası olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumun sebepleri olarak, ABD ve Avrupa’nın bahsi geçen meselelerin çoğunda, kendi çıkarlarına da aykırı bir şekilde Türkiye karşıtı tezleri ve hamleleri desteklemeleri gösterilebilir.
ABD ve Avrupa'nın rasyonellikten uzak siyasi tercihleri
ABD; Suriye’de, NATO üyesi bir müttefik ve bölgenin en önemli askeri güçlerinden Türkiye dururken, terör örgütü olarak kabul ettiği bir grubun uzantısını açıktan destekledi. ABD'nin bu tavrı şüphesiz rasyonel bir kar-zarar hesaplaması ve maddi çıkarların ön planda olduğu bir siyaset yöntemi ile açıklanamaz.
Benzer şekilde Avrupalı devletlerin mülteci krizini daha da derinleştirme ihtimali pahasına Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’yi yalnız bırakması ve Akdeniz’de Yunanistan’ın aşırı argümanlarını desteklemesi de rasyonel argümanlarla izah edilemez.
Peki, Batılı devletlerin izlediği bu siyaseti sistematik/teorik bir çerçevede anlamlandırabilmek mümkün mü? Son dönemlerde uluslararası ilişkiler alanında rasyonalist ve reflektivist görüşler arasında yaşanan tartışmaları incelemek bu konuda bize ışık tutabilir.
Rasyonalist ve reflektivist görüşler arasındaki tartışmalar
Rasyonalist görüş; insanların ve bağlı bulundukları kurumların, çıkarlarını maksimize etmek amacıyla olabilecek en rasyonel şekilde hareket edeceklerini ve bu doğrultuda kararlar alacaklarını varsayar. Buna karşılık, reklektivist görüş; aktörlerin aksiyonlarının salt bir kar-zarar hesaplamasından ibaret olmadığını iddia eder. Reflektivist anlayışa göre aktörlerin kimlikleri, inançları ve ideolojileri, siyaset alanındaki görüşlerini ve davranışlarını ciddi şekilde etkiler. [1]
Güncel meselelere dönmeden önce rasyonalist ve reflektivist görüşler etrafında kümelenen bu argümanların tarihimizin en kritik anlarından birinde nasıl ortaya çıktığını, durumun vahametini kavramak açısından inceleyebiliriz.
Şevket Aydemir’in Tek Adam kitabının ikinci cildinde anlattığına göre, Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a çıkıp Anadolu’da Milli Mücadele'yi başlatmadan önce İstanbul hükümetinde Harbiye Nazırı olmayı hedeflemektedir. Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı olursa başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerini diplomatik yollardan Osmanlı’nın bütünlüğünü korumaya ve işgali sonlandırmaya ikna edeceğini düşünmektedir. Çünkü Mustafa Kemal’e göre İstanbul’un ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kapsadığı coğrafyanın düzeni ve muhafazası için tek aday yine Osmanlı İmparatorluğu’nun bizzat kendisidir. İngilizlerin bu düzeni Yunanlılarla veya azınlıklar içinden türetebileceği herhangi bir devletçik eliyle sağlaması mümkün değildir. İşte bu sebeple, rasyonel bir kar-zarar ve çıkar analizine dayanan Mustafa Kemal Paşa, İngilizleri diplomatik yöntemler vasıtasıyla ikna edilebileceğini ve herhangi bir çatışmaya mahal vermeden ülkeyi işgalden kurtarabileceğini farz eder. Ancak Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı olamadı ve çok kısa bir süre içinde anlaşıldı ki İngiltere Başbakanı David Lloyd George amansız bir Türk düşmanı ve onulmaz bir Yunan hayranıydı. Kendi ülkesinin çıkarları aleyhine hareket etmek pahasına, Yunan hayranlığının ve Türk nefretinin kurbanı olarak ülkesini bir maceraya sürükledi. Yunanların Anadolu’yu işgaline engel olmak bir yana, bu tecavüze destek oldu. Tarih; aktörlerin kimliklerinin, inançlarının ve ideolojilerinin uluslararası siyasette ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu bu olayda acı şekilde gösterdi.
Batılı devletler, rasyonel değil reflektivist siyaseti tercih etti
Türkiye’nin dahil olduğu güncel krizlere geri dönersek; kimliklerin, inançların ve ideolojilerin rasyonel kar-zarar hesaplamalarına nasıl galebe çaldığı, ABD’nin ve Avrupa’nın Suriye’den Libya’ya çeşitli kriz ve olaylarda izlediği politikalarda, özellikle Türkiye’ye yönelik tutumlarında gözlemlenebilir.
Örneğin Suriye krizinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi ABD net şekilde Türkiye karşıtı tutum aldı. Türkiye’nin tüm çabalarına ve iş birliği tekliflerine rağmen YPG’ye desteğini çekmedi. ABD’de dışişleri ve Pentagon başta olmak üzere farklı kurumlarda yetkili olan veya Suriye’de temsilci sıfatıyla sahada bulunan görevli ve uzmanların YPG ile ilgili söylem ve tutumları da ABD’nin pozisyonu ile ilgili önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir. Bu yetkililerin YPG ve ilişkili grup ve kişileri sosyal medya ve diğer platformlardan açık şekilde desteklemesi, YPG’nin Türkiye aleyhine yürüttüğü kara propagandaya bilerek ve isteyerek alet olmaları, Suriye konusunda ABD’nin Türkiye'ye karşı irrasyonel tutumunu kavramak açısından oldukça önemlidir.
ABD’nin YPG’ye verdiği desteği veya başka bir ifade ile Türkiye karşıtı tutumunu farklı şekilde açıklamak da mümkün. Bunlardan ilk akla gelenler; Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri ile Fetullahçı Terör Örgütü'nün ABD’de yürüttüğü Türkiye karşıtı lobi faaliyetleridir. Sonuç olarak, rasyonel çıkar hesaplarına üstün gelen ve kar-zarar hesaplarını devre dışı bırakan Türkiye karşıtı bir akımın ABD’nin politikalarına yön verdiği sonucuna ulaşılabilir.
Avrupa ülkelerinde de benzer bir eğilim gözlemlemek mümkün. Terör örgütü YPG, Türkiye’nin güneyinde koridor oluşturma ve bağımsız bir devlet kurma girişimlerinde bulunurken, gerçekçi bir siyaset yürütmeyi başarabilen tüm Avrupalı liderler, Türkiye’nin bu duruma sessiz kalmayacağını rahatlıkla öngörebilirdi. Fakat, başta Alman ve Fransız siyasetçiler olmak üzere, Batı kamuoyunda Türkiye’nin en ciddi ve haklı savlarının dahi dikkate alınmadığını şaşkınlıkla takip ettik. Benzer şekilde Akdeniz’de yaşanan kıta sahanlığı meselesinde de Avrupalı devletler Türkiye karşıtı bir siyaset izledi. Birçok yabancı uzmanın Türkiye’nin argümanlarını haklı bulmasına ve Yunanistan’ın çizdiği kıta sahanlığı haritasının gerçeklikten uzak olduğunun yaygın biçimde kabul görmesine rağmen, Avrupalı devletler Yunanistan’ın aşırı savlarını destekledi ve Türkiye’yi masa dışında bırakmaya çalıştı.
Sonuç olarak; ABD ve Avrupa’da gerçeklerden kopuk, kar-zarar hesabı yapmaktan yoksun siyasi bir elit grubu giderek kuvvet kazanıyor ve Türkiye karşıtı kamuoyu güçleniyor. Almanya’da gerçeklerle bağını koparmamış ve Türkiye’nin haklı tezlerini dikkate alan nadir siyasal aktörlerden Merkel’in görevi bırakması, Avrupa’da yükselen aşırı sağ eğilimler, PKK ve Fetullahçı Terör Örgütü ile ilişkili grupların artan lobi faaliyetleri, Türkiye aleyhine gelişen bu siyasi sürecin daha da hızlanmasına yol açabilir. Böyle bir siyasi atmosferde, Türkiye’deki karar alıcıların daha ihtiyatlı olması ve Batı'da yükselmekte olan kimlik siyaseti ve Türkiye karşıtı tutumu göz önünde bulundurarak yeni bir yol haritası çizmesi gerekir.