Yavuz Nufel
Bayramlar, çocukların gözbebeklerine baktığım günler... Hep çocukluğumda kalan bir ışığı arar dururum. Ayaklarına bakarım çocukların; bayramlarda çocukların ayakkabıları yeni olur çünkü...
Hani son akşam başucuna alınıp yatılan ayakkabıları, 'Hangi çocuğun ayağında görebilirim? ' umuduyla ayaklarına bakarım çocukların önce, sonra da gözlerine...
Öyle üç otuzunda bir adam falan değilim. Anneannemi en son on sekiz yaşında bir delikanlı iken, 1978 yılında gördüm. Her türlü gıda maddesi için uzun kuyrukların olduğu yıllardan biriydi. 78 yaşında, hafızası yerinde, her şeyi dün gibi hatırlayan bir Karadeniz kadınıydı. Her bayram olduğu gibi o bayram da o meşhur sözünü söyledi kendi kendine. 'İyi güne kalmadık! Kim bilir kaç ananın bu bayram da elleri koynundadır... Geçen bayram, 'Kim öle kim kala! ' dediydim de hepiniz gözümün içine bakmıştınız! ' dedi. 'Bu yıl da ölmedim! ..' dercesine...
O bayramdan sonra anneannemle görüşemedik bir daha...
Hep kendi çocukluğunda geçen bayramlara özlem duyardı, benim şu anda duyduğum gibi...
Her şeye rağmen 1970'li yıllarla mukayese edildiğinde, anneannemin çocukluk yılları daha yoksulluk içinde geçmiş olması gerekirdi -anlattığına göre- ve öyleydi de zaten.
'Bu kadın bu yaşta neden ve neye özlem duyar ki! ' der, bir türlü anlamazdım. Onun düğününde bile bir ayakkabısı olmamıştı anlattığına göre... Onun özlem duyduğu şeyin aslında akıp giden zamana olduğunu yaşım kemale erdikçe anlıyorum. Su gibi, rüzgâr gibi elimizden, ömrümüzden akıp gidenlere... Başucumda sabahladığım ayakkabıların sırrını şimdi şimdi çözebiliyorum.
O ayakkabılar nitelik olarak ayağa giyilen bir nesneydi belki ama ayakkabılarda ertesi gün toplayacağım ve tadı bile o günlere has şekerler vardı. Hatta, komşumuz Gönül yengenin verdiği mendilin yumuşaklığı, Yusuf abinin avucuma sıkıştırdığı kâğıt beş liranın rengi, babamın alın terinin kokusu ve o ayakkabıların bağcıkları da sanki ağabeyimin ilkokuldan sonra torna atölyelerinde alet tutan küçük parmakları gibiydi...
Ben o yüzden severmişim demek ki ayakkabılarımı. Hepsiyle birden yatarmışım bayram akşamından sabaha kadar, tüm sevdiklerimle koyun koyuna... O zamanlar bayramlar kış aylarına denk gelirdi. Sokaklar çamurlarla kaplıydı. Bastığımız yerlerde izleri kalırdı ayakkabıların. Bırakılan her iz bir arkadaşımın yüzüymüş meğer ve her birinde adları kalırmış: çamurlu sokaklarda cıvıl cıvıl ve sımsıcak... Çocuktuk, 'Kurtlar kuşlar bile bugün oruç! ..' derdi, anneannem. Biz de arife günü oruç tutuyorduk. Kurtlar kuşlar kadar olamıyor muyduk!
Çocuktuk. Ertesi gün bayramdı.
Çok çok heyecanlı, tarifi mümkün olmayan ve tarifi sadece bayramlarla özdeş olan heyecanımız ölçüsünde mutluyduk! .. Kuş oluyorduk hepimiz; evet, birer kuş! .. Kuşlarla birlikte hatta onlardan daha şen, daha şakrak uçuyorduk... Şimdi gözlerine bakıyorum çocukların... Işığı arıyorum çocukluğumdan kalan... Hayatımın 30 yıl öncesini aydınlatacak ışık, çocukların gözlerinde: biliyorum da acaba hangisinde? Yoksa hepsinde de gözlerim kamaşıyor, göremiyor muyum!
Ve ayakkabılarına bakıyorum çocukların her bayram sabahı...
Babamın alın teri kokusu, ağabeyimin parmakları, arkadaşlarımın ayak izleri, mendilin yumuşaklığı, beş liranın rengi, ablamın sevgisi, annemin nasihati/öpücüğü hangi ayakkabının içinde gizli acaba? ..
Yazarla iletisim:
Yavuz Nufel
nyavuz@chello.nl
Dip Not: Dokuz yıl önce yazmış olduğum bu yazı, çeşitli gazetelerin 'en' köşelerinde ve yüzlerce web sitesinde yayımlandı. Elim kalem tuttuğu sürece de her Ramazan-Kurban bayramında, 'çocukluğumun ayakkabıları'nı aramaya devam edeceğim…