Kelimeler canlı birer varlıkmış, insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürlermiş. Öyle diyor kitaplar. Hakikat payının varlığı ya da yokluğu mevzu dışı şüphesiz.
Bilmem neden, mektup sözü takıldı bugün aklıma. Sadece bir kelime olarak değil ama, zarfı ve mazrufu ile mektup. Ve dünü mektubun ve bugünü; yarını değil lakin. Çünkü muhtemelen o olmayacak. Eskiden ve bugün tedai ettirdikleri bir de. Sahi, mektup denilince sizin de aklınıza elektrik, su, telefon veya internet faturası vb. gibi şeyler mi geliyor benim gibi? Yoksa içinizde, yüreğinizin derinliklerinde, süveyda yakınlarında bir yerlerde bir sızı mı duyuyorsunuz gayri ihtiyari?
Zarfının üzerine küçücük bir not düşülen ve alınır alınmaz acele ile açılmasın, açılışı bile bir merasim havasında olsun diye açılacağı tarih ve saatin dahi küçücük harflerle not düşüldüğü hususi mektuplar... Kenarları itina ile yakılmış, yandırılmış, eskitilmiş ve olabilecek en güzel şekle sokulmuş olanlar, yahut hakikaten zamanla o hale gelmiş olanlar... Ve yüreğimizin derinliklerinden gelen en samimi hisler ve düşüncelerle sevgiliye name olarak yazılmış olanlar... Hatta belki üstüne tek kelime yazılmamış olsa dahi sadece kâğıdının şekli ile çok şeyi anlatanlar...
Mektup yazdıran neslin sadece türkülerini dinledik şayet denk gelip mecbur kaldı isek, sözlerine hiçbir anlam bile veremeden hem de. “Bir mektup yazdırdım anam...” diye başlayan türkü tarih öncesi devirler kadar eskiydi, bize göre değildi. Ama kalem tutmayı öğrendiğinde elimiz bir ilkokul talebesi olarak, sahip olduğumuz bu kabiliyetin en ileri derecesi addedildi uzaktaki bir yakınımıza, bir akrabamıza, büyüğümüze ya da -belki yaşadığımız bölgenin/devrin kaderi öyle olduğundan- kadını ve çocukları için helalinden ekmek derdine düşüp gurbeti mesken tutan ve yüzünü aylarca görmediğimiz dünyanın en mert, en şerefli, en yakışıklı, en güzel ve en sevilesi adamı olan babamıza yazılmış bir mektup. Hasılı, mektup denilen şey hayata anlam ve değer katıyordu kadim olmayan zamanlarda da.
Gittiğiniz çok uzak bir şehirden en sevdiğinize bir mektup yazıp gönderdiğiniz oldu mu ve o mektubu onunla birlikte aldınız mı hiç? Ulaşsın diye dua ettiğiniz oldu mu mektuplarınızın ardından? Hasretle beklediniz mi hiç gelmesini istediğiniz mektupları? Peki ya gönderdiğiniz mektup geri geldi mi hiç anlamlı anlamsız sebeplerle? Yazdığınız mektup sahibine ulaş(a)madan sahibi terk etti mi hiç -sırf sizin iyiliğiniz için mücadele edip güzelleştirmeye çalıştığı- içinde yaşadığınız kirli dünyayı? Gözyaşlarınız... Gözyaşlarınız düştü mü hiç okuduğunuz bir mektup kâğıdının utangaç sayfasına? Sakladığınız ve zamanla yaşlanan, sararıp solan mektuplarınız oldu mu ya da? Bir mektup arkadaşınız oldu mu geçmişinizde? Devri bitmiş, miadı dolmuş olsa da mektubun, edebî bir tür olarak onu yaşatmak için inatla yazmaya, yazışmaya çalıştığınız, hem idealist hem de kafa dengi bir dostla yazışmanın zevkini tattınız mı? Mektubunuzdaki yazıya bakarak ruh halinizi tahmin eden birileri oldu mu hiç hani kendi el yazını kullanıp özenerek yazıştığınız, yani her şeyin çalaklavye yazıya dökülmediği zamanlarda? İçinizde tuhaf bir kıpırtı duyuyor musunuz mektup sözü zikredilince?
Asrî zamanlardayız. Belî, kimsenin mektuba ihtiyacı yok, çünkü o çok yavaş ve bir o kadar da ilkel(!). Oysa bizim yeme içmemiz, çalışmamız ve her şeyimiz gibi iletişimimiz de hızlı. Tahammülümüz yok beklemeye ne mektubu ne başka bir şeyi ya da kimseyi. Her şey istediğimiz anda ve istediğimiz gibi olmalı, olmak zorunda. Bir telefonla halletmeliyiz her işi mesela, bir e-maille. Yok, hayır, e-mail bile yavaş günümüzde. Yazıp gönderdiğimiz ve cevap olarak aldığımız hep anlık bir mesaj olmalı, sadece anlık.
Garip belki, ama hakikat, mektuplar çıkıp gittikten sonra hayatımızdan -farkına bile varmadan- öyle bir hale geldik ve öyle savrulduk ki kendi değerlerimizden uzağa, ağır ağır değişti hayat felsefemiz. Artık yeni bir bakış açımız var, hızlı yaşama kültürünün dayattığı. Bir şeylerin beklemesine, bekleyip kamilleşmesine, demlenmesine tahammülümüz yok. Anlık olmalı her şeyimiz. Kırılma -kaybetme demek de mümkün- noktamız burada muhtemelen. Zamana yayarak ve tam anlamı ile zevkine vararak yaşayabileceğimiz maddî manevî her türlü güzelliği anlık hale getirerek ihanet ettik kendimize, değerlerimize. İşlerimiz, mesajlarımız, konuşmalarımız, fikirlerimiz, değer yargılarımız... Hasılı, her şeyimiz, hatta ve maatteeffüs aşklarımız bile anlık artık.
Demem o ki mektupları sadece mektup olarak düşünmemek gerekiyordu. Çünkü zannımca onlar bir hayat felsefesinin, bir dünya görüşünün, bir yaşama şeklinin, hayata farklı bir zaviyeden bakışın canlı temsilcileri, farklı ve damıtılmış bir kültürün taşıyıcıları idiler.
Ne zaman ki hayatımızdan çıktı mektuplar, alıp götürdüler pek çok güzellği de beraberlerinde ve galiba o zaman yenildik biz zamana.
Y. Rıfat İDİLLİ