Prof. Dr. Kudret BÜLBÜL
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekanı
1990’lı yılların başında genç bir akademisyen olarak ilk kez küreselleşmeye ilgi duymaya başlamıştım. Acaba bu süreç başta Türkiye olmak üzere gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkileyecekti? Küreselleşme karşısında nasıl bir tutum almalıydık? Ne kadar desteklemeli ne kadar karşı çıkmalıydık?
Bu ve benzeri sorgulamalar daha sonra doktoramı bu konuda yapmam ile sonuçlandı. Doğrusu ben başlangıçta özgürlükçü ve insanlığın faydasına olacak bir küreselleşme bakışına daha yakındım. Ama bitirdiğimde yayınlanan kitabımın başlığı yaklaşımımı da ortaya koyuyordu: “Zor ve Rıza, Küreselleşmeler Arasında Türkiye” (Küre Yayınları). Küreselleşme tek boyutlu değil, çok boyutlu, tek yönlü değil, çok yönlü, zor ve baskıcı boyutu ile birlikte fırsat ve rıza boyutunu da içeren iç içe süreçler dizisiydi.
Küreselleşmeye dünkü bakış
Çalışmaya başladığımda Batı küreselleşmenin şampiyonluğunu yapıyordu. Malların ve sermayenin serbest dolaşımını, siyasal sınırların işlevsizleştiğini, anlamını kaybettiğini savunuyordu. Rekabet, iş birliği, gümrüklerin, kotaların kaldırılması en fazla öne çıkan kavramlardandı. Uluslararası kuruluşlar da korumacılığın olmadığı, daha açık, rekabetçi, şeffaf bir dünya çabası içindeydi.
Buna karşılık, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden küreselleşmeye karşı eleştiriler yükseliyordu. Bu sürecin Batılı ülkelerin menfaatine olduğu, korumacılığın, gümrüklerin kaldırılmasının, açık, serbest ve rekabetçi bir iş birliğinin daha çok Batılı ülkelere ve firmalara yarayacağı üzerinde duruluyordu. Bu politikalarla kendilerinin daha da zayıflayacağı, daha az rekabet edebilir hale geleceklerini ileri sürüyorlardı.
İdeolojik düzeyde ise, küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir versiyonu olduğu, sömürüyü daha da artıracağı, bu amaçla ulus devletlerin zayıflatılmak istenildiği ileri sürülüyordu. Yapılması gerekenin emperyalist küreselleşmeye karşı son sığınak olan ulus devletleri tavizsiz bir şekilde savunmak olduğu dile getiriliyordu.
Tepkiler, ileriye değil, geriye bakıyordu, savunmacıydı, tepkiseldi. Küreselleşme kapitalizmin yeni bir versiyonu ise, bu yeni versiyona, kapitalizmin eski versiyonu olan ulus devlet ile nasıl karşı çıkılacağı sorgulanmıyordu.
Gerçekleşen durum
2020’ye yaklaşırken, aradan yaklaşık 30 yıl geçtikten sonra, bugün 1990’lardaki bu yaklaşımların, korkuların ne kadar gerçekleştiğini artık daha rahat görebiliriz.
Bugün geldiğimiz noktada artık Batı küreselleşmenin şampiyonluğu yapmıyor. Küreselleşmeden en fazla kazanan ülkeler Batılı ülkeler değil. Küreselleşmeden yeterince kazanamadıkları için başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler bugün nerede ise 1990’lardaki gelişmekte olan ülkelerin tezlerini savunuyorlar. Siyasal sınırların kalkmasından, serbest dolaşımdan, rekabetten, açıklıktan nerede ise hiç bahsetmiyorlar. Özellikle ABD’nin yurt dışı yatırımlarını geri çağırması, hemen hemen bütün ülkelere karşı gümrük duvarlarını yükseltmesi, kota koyması küreselleşme karşıtı politikaların somut göstergesi. 1990’larda, AB ülkelerinin artan göçlere karşı siyasal sınırlarını korumak için 10 bin kişilik bir ordu kurmak isteyeceğini kim hayal edebilirdi? ABD ve AB ülkeleri bugün adeta ulusalcı politikalara geri dönüyor.
Buna karşılık küreselleşme süreçlerinden daha fazla kazançlı çıkan ülkeler, 1990’ların gelişmekte olan ülkeleri oldular. Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler bu süreçte çok daha öne çıktılar. Çin Batı’ya karşı bugün daha fazla küreselleşmeci politikaları savunuyor. Türkiye 2000’li yıllar sonrasında küreselleşme sürecinde oyunu gayet iyi oynadı. Dünya ile bütünleşti. Demokratikleşme ve özgürlük çıtasını yükseltti. Ülkedeki vesayet rejimi aşıldıkça ve özgürlük alanları genişledikçe ülke ekonomisi de gelişti. 2000 dolarlar düzeyindeki milli geliri birkaç kat arttı. Türkiye’nin batı ile ilişkilerinin gerilmesinin bir nedeni de, gelişen ekonomik düzeyi ve özgüveni nedeniyle hayır diyebilen bir Türkiye’den duyulan hazımsızlıktır.
Aydınımız ezberini bozmalı
Ama hala Türkiye’de ve dünyada bazı aydınlar 30 yıllık süreçte küreselleşme süreçlerinin Batı’da ve Batı dışı toplumlarda nasıl sonuçlandığının farklında değiller. 1990’lardaki ezberlerini okumaya devam ediyorlar. Batının küreselleşmeden yeterince kazanamadığı için gittikçe hırçınlaştığını, bu nedenle içe kapanmacı, korumacı politikalara döndüğünü, siyasal sınırlara bugün çok daha anlam yüklemekte olduğunu ya görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar. Bugün sınırların açılmasını, açıklık politikalarını, sermayenin dolaşımını Batılı ülkeler değil, küreselleşmeden en fazla kazanan yukarıda saydığım ülkeler yapıyorlar.
Küreselleşme süreçlerinden kuşkusuz bütün gelişmekte olan ülkeler aynı derecede faydalanabilmiş değildir. Bu süreçlerden daha fazla zararlı çıkmış ülkeler de olabilir. Çünkü bu süreçler herkese eşit fırsat sunan süreçler değildir Söylemeye çalıştığım, gerektiği gibi davranmadığı sürece, bu süreçlerin, kendiliğinden Batılı ülkeler de dahil hiçbir ülkeyi sürekli kazanan ya da kaybeden yapmadığıdır. Bu nedenle toptancı değil, analitik; reddiyeci ya da teslimiyetçi değil sağduyulu; ezbere değil sorgulayıcı yaklaşmak gerekir.
“Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulmaz” diye güzel bir söz var. Özellikle Batı dışı toplumlardaki aydınlar, entelektüeller, devlet adamları son 30 yıldaki gelişmeleri yakından izlemeli. Bilginin hızla eskidiği bir dönemde, dünün bilgisinin bugünü açıklamaya yetmeyebileceğinin farkında olmalı. “Genişleme, yoğunluk, hız ve etki” kavramları ile tanımlanan ve hızla değişen küreselleşme çağında statik, durağan yaklaşımlar, yarını bırakalım, bugünü bile anlamaya yetmez.