Son yıllarda, özellikle 11 eylül 2001'deki terörist saldırı sonrasında Batı dünyasında, İslam dinine ve müslümanlara yönelik gittikçe artan ilgi, farklı alanlarda kendini gösteriyor. Bunlardan biri de "Mekke'ye giden yol" oldu. "Mekke'ye giden yol", Belçikalı sanatçı Jan Leyers'in hazırladığı ve geçen yılın sonlarında 10 bölüm halinde Flaman devlet televizyonunda gösterilen belgeselin adı. "Mekke'ye giden yolu, proğramın yapımcısı ve sanatçı Jan Leyers ile konuştuk.
"Mekke'ye giden yol".
Medyada İslam hakkında çıkan haberleri takip edenler bu ismi sıkça duymuş veya bu başlığı taşıyan proğramı izlemişlerdir. "Mekke'ye giden yol", Belçikalı sanatçı Jan Leyers'in hazırladığı ve geçen yılın sonlarında 10 bölüm halinde Flaman devlet televizyonunda gösterilen belgeselin adı. Son yıllarda, özellikle 11 eylül 2001'deki terörist saldırı sonrasında Batı dünyasında, İslam dinine ve müslümanlara yönelik gittikçe artan ilgi, farklı alanlarda kendini gösteriyor. Bunlardan biri de "Mekke'ye giden yol" oldu. Bu belgesel bize, daha doğrusu Batı dünyasına coğrafî ve kültürel olarak epey uzak olan İslam dünyasını bir nebze yakınlaştırmaya çalışıyor. Belçika'dan Mekke'ye kadar uzanan yol boyunca İslam dünyasındaki farklı renkleri ve sesleri belgeselin yapımcısı Jan Leyers'ten dinlemek için kendisiyle uzunca ve özel bir röportajımız oldu.
Neden Mekke'ye giden yol?
13 farklı ülkeyi gezerek İslam'ı bizzat yerinde ve bu ülkelerdeki müslümanların ağzından dinleyen ve yayınlayan Jan Leyers, belgeseli yapmaktaki amacının objektif bir şekilde, Batı'da konuşulmayan veya en azından bilinmeyen İslam'ı ve islamî yaşantıyı göstermek olduğunu anlatıyor. Daha önceleri "Haç'ın gölgesinde" başlıklı bir belgesel hazırlayan Leyers, motosiklet üzerinde Haçlı Seferlerinde takip edilen yoldan giderek Kudüs'e kadar uzanan bir yolculuk yapmıştı. "Mekke'ye giden yol" la ilgili ilk fikirlerin o zamanlarda oluştuğunu söyleyen Leyers, daha sonraları Flaman devlet kanalında haftasonları yayınlanan "Nachtwacht" isimli tartışma proğramında birçok müslüman ve islam uzmanı ile islamî konuları görüşmüş, netice olarak herkesin islam hakkında farklı şeyler söylediğini, bu nedenden dolayı da bizzat islam dünyasında islamı ve oradaki müslümanların, burada tartışılan konularla ilgili bakışlarını dinlemek için bu belgeseli hazırladığını söylüyor. Belgeselin neticesinde, daha önceleri "Nachtwacht" ta edindiği izleminin değişmediğini söyleyen Leyers, "Netice olarak, Batı ve İslam dünyasının farklı olduğunu birkez daha gördüm" diyor. " 'Mekke'ye giden yol" herhangi bir görüşün veya düşüncenin ispat edilmesi için yapılmadı. Belçikalıların tanımadıkları, hiçbir zaman ekranda görme fırsatına sahip olamayacakları insanlarla görüşmek istedim.".
Peki İslam hakkında neler biliyorsun? Daha önceden İslam hakkındaki bilgin ne kadardı?
Bu belgeseli hazırlamadan evvel, İslamiyet hakkında birçok kitap okudum. Müslümanlarla görüşmelerim oldu. Farklı akımlar ve görüşleri dinledim. Felsefi tartışmalarım oldu. Zaten önceki belgeselden süregelen izlenimler ve Nachtwacht'ta yaptığım sohbetler, konuyla ilgili yeterince bir ön bilgiye sahip olmama yaradı. Ancak, çok ilginçtir; ne zaman islamiyet hakkında birşeyi öğrendiğimi veya anladığımı düşündüğümde karşıma aynı konuyla ilgili yeni sorular ve sorunlar çıkıyor. Bu da bazen konuları içinden çıkılmaz hale getiriyordu.
Hem Batı'da hemde İslam dünyasında birçok Müslümanla görüştünüz? Genel itibariyle aralarında bir fark gördünüzmü?
"Evet. Sadece bilgi noktasında örnek vereyim. Sokakta, trende, farklı birçok yerde görüştüğüm müslümanlar buradaki müslümanlardan sanki daha bilgili. Orada herkes islamiyet hakkında rahatlıkla konuşuyor. Öyle cahilce de değil, güzel örneklerle konulara değiniyorlar. Mısır'da bir tren seyahati esnasında ihtiyar bir adam bana karşılıklı saygıyı islami esaslara göre anlatıyor. Buradaki müslümanların bu meseleleri bilmediklerini söylemiyorum, ama konulara farklı değiniliyor."
Peki ülkeler arasında fark var mı?
"Genel olarak var. Kültürler farklılıklar zaten biliniyor, onlara değinmeyeceğim. Arap ülkelerinde özeleştiri yapan sesleri duymak neredeyse mümkün değil. Mısır, Suriye, Cezayir gibi ülkelerde rejim, İslam'ı kontrol altında tutmak istiyor. İran ve Türkiye'de ise devlet islamı baskı unsuru olarak kullanıyor. Fakat İran ve Türkiye'de eleştirenlerin sesini duyabiliyorsunuz. Bu da işin pozitif yanı. Tek bir İslam var mı yok mu? Ya da İslam dünyası var mı yok mu? Varsa neresidir? Bu sorulara çok farklı cevaplar aldım. Din olarak İslam var. Ama tek bir yaşantı biçimi olarak zannedersem yok. Bu farklılık birçok müslümanın inanç krizi yaşamasına yol açıyor".
"Bu belgeselin, her zamankinden daha güncel olan İslam ve müslümanlarla ilgili tartışmalara bir katkı sağlamasını istedim"
Hazırladığı belgeselle alakalı hem müslümanlardan hemde müslüman olmayanlardan birçok tepki aldığını anlatan Jan Leyers, olumsuz tepkilerin çoğunun yanlış anlaşıldığından dolayı olduğuu söylüyor. "Niyetim, uzun süreden beri güncel bir tartışma konusuna katkı sağlamaktı. Ancak birçok kişi, aklıma bile gelmeyen şeyler söyleyerek, niyetim olmayan şeyleri sanki temel amacımmış gibi gösteriyorlar. Zannedersem eleştirenlerin çoğu, duymak istedikleri şeyleri duymadıkları için eleştiriyorlar. Ya da duymak istemedikleri şeyleri gösterdiğimizden dolayı. Eleştirilerden bazıları, sanki İslam'ı ve müslümanları küçümsümüyormuşum şeklindeydi. Kesinlikle böyle birşey yok. Hem kitabımda hemde de DVD'de böyle bir eleştiriye malzeme olacak tek bir yazı veya görüntü yok. Mükemmel bir iş yaptığımızı söylemiyorum. Neticede ekranda belli bir süre içerisinde genişçe bir coğrafyada yaşanılan farklı hayatları ve dillendirilen farklı görüşleri aktardık. Belgeselin tartışıldığı foruma yazılan tepkiler genelde hep yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Zannedersem bu birazda kültürel farklılıklardan dolayı. Eleştirirken ya kritik verirsiniz, ya dalga geçersiniz, ya da hakaret edersiniz. Ne yazıkki foruma tepki gönderenler bu farklılığı gözetmiyorlar. Bu da iletişimi zorlaştırıyor. Seyahat esnasında da bunları gördüm. İran'da bir çarşıda dini resimler satılan bir yerde, bir kadın asabi bir şekilde ' Dinimizle dalga geçmeye mi geldiniz' diye çıkıştı. Kendisi daha önce Berlin'de oturmuş ve Alman televizyonunda sadece islam aleyhinde görüntüler izlemiş. Mesele şu; bizim yaptığımız eleştiriler veya tespitler sanki hakaretmiş gibi algılanıyor".
Endülüs'ten Mekke'ye uzanan yol
Ön hazırlığı iki yıl süren belgeselin çekimleri dört ayda tamamlandı. Bu süre içerisinde İspanya, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Katar, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan, Türkiye, İran ve Suudi Arabistan'a giden Jan Leyers ve ekibi, bu ülkelerde kimi zaman sokaktaki müslümanla, kimi zaman siyasi veya akademik bir kurumun içerisindeki insanlarla görüştüler. Belgesel, Jan Leyers'in tabiriyle "Dünyanın en kıymetli mücevheri" diye tanımladığı Endülüs'ün başkenti Kordoba'da başlıyor, Mekke'ye onbeş kilometre kala, çevreyolundaki yol ayrımında sona eriyor. Bu yol ayrımında sadece müslümanlar yoluna devam edip Mekke'ye girebiliyor, müslüman olmayanlar ise çevreyolundan Arabistan'daki seyahatlerini devam edebiliyor. Aynen Jan Leyers'in yaptığı gibi. Müslümanlara farz olan ve her müslümanın hayalinde Mekke'ye onbeş kilometre yaklaşıpta içeri girememenin nasıl bir duygu olduğunu sorduk Jan'a; "Bir Türk Belçika'da diskoya alınmadığında ne hissediyorsa, bende aynı şeyleri hissettim".
İspanya'da Endülüs'teki İslam'ı anlatan Leyers, gezisinde ilginç isimlerle de görüştü. Mısır'da İhvan-ı Müslimin'ın lideri ile, Filistin'de eşi intihar saldırısı düzenleyen bir kadınla, Türkiye'de Cumhuriyet gazetesi yazarı Deniz Som ile, imam-hatip lisesi öğrencileri ile, Hacıbektaş'taki Alevilerle, Türkiye'deki başörtüsü yasağı nedeniyle Viyana'da eğitimine devam eden bir türbanlı kız ile, Suudi Arabistan Meclis Başkanı ile, Mısır'da islam-online websitesinden dünyanın her tarafından gönderilen sorulara cevap veren ve bir müslümanın dördüncü eşi olmaktan çekinmeyeceğini anlatan bir bayanla, Fas'ta, kendini fundamentalist diye tanıtan siyasetçi Nadia Yassin'le, İran'da bio-kimya üzerine çalışmalar yapan bir kurumun yetkilileriyle, yine İran'da estetik ameliyat yapan ünlü bir doktorla, tren seyahati yaparken kendine saygıyı öğretmek isteyen bir yolcuyla, ve daha birçok müslümanla görüşmeler yaparak onların sesini duyurmaya çalıştı. Bütün bu görüşmelerin neticesinde ise, Batı'daki müslümanların İslam'ı anlatma veya söyleme biçimi ile bizzat islam ülkelerinde yaşıyan müslümanların anlatma biçimlerinin dağlar kadar fark taşıdığını söylüyor Leyers. Oradakiler kendiliğinden ve de çekinmeden cesurca her konuya değiniyor, burada ise çok temkinli davranılıyor. "Bu görüşmelerin diğer bir neticesi ise, tek bir islam dünyasının olmadığıdır" diyor Jan. "İslam var ama islamî yaşantı veya islam dünyası çok farklı. Hatta islam dünyası yok denebilir".
"Mekke'ye giden yolu kısaca özetleyebilirmisin? Aklında en çok ne kaldı?
"Özet olarak Batı dünyası ve İslam dünyası arasında geniş bir uçurumun olduğunu gördüm. Bu uçurum özellikle iletişim noktasında kendini bariz hissettiriyor. Ancak yine de karmakarışık bir dünyayı özetlemek kolay değil. İslam dünyasından tek blok olarak bahsetmek mümkün değil. Çok farklılıklar var. Örneğin İran'da bilimin en üst düzeyde olduğunu gördüm. Ama bunu başka ülkelerde göremedim. Kimi yerde dogmalar hakimken, başka yerlerde yenilikçi düşüncelere yer veriliyor. Rejim farklılıkları da bariz bir şekilde islamın o ülkedeki yerini ve şeklini beliliyor. Mısır'da bu yüzden radikalizm üst düzeyde iken, Suriye'de islam tamamen devlet kontrolünde tutuluyor".
Kitabınızın bir yerinde, "Ne zaman İslam hakkında bir karar vermek istersem, bir sonraki tanışma yanlış düşündüğümü gösteriyor" diyorsunuz? Açıklarmısınız?
"Örneğin, Suriye. Bu ülke, terör yuvası diye bilinen, radikal fikirlerin beslendiğini, halkı kontrol altında tutmak için İslam'ı kullanan bir ülke olarak bilinir. Ancak burada tanıştığım Muhammed Habasj isimli bir liderin fikirleri, ülke hakkımdaki düşüncelerimi bir anda değiştirdi. Habasj'ın yenilikçi fikirleri, İslamiyetin 21inci yüzyıla göre yeniden ele alınması gerektiğini söyleyebilmesi, bakışlarımı değiştirdi. Batı dünyası, radikal bir dünyanın içerisinde bile böyle olumlu düşünen kişilerin olduğunu bilmiyor. Diğer bir düşüncemde, İslam ülkelerinin başındaki liderlerin, rejim veya ideoloji uğruna İslam'ı kullandıklarıdır. Mısır'da, Duhab şehrinde konuştuğum bir otel sahibi, basit bir şekilde terörü sonuçlandıracak çözümleri düşünebiliyor. Ama baştaki liderler bunun farkında değil ".
Peki Türkiye'de durum nedir?
"Türkiye adeta şizofren bir ülke. Türkiye'de her ik tarafta şikayetçi. Yani hem müslümanlar, hem laikler. Bir yandan başörtüsü yasağı nedeniyle ülkesinde okuyamayan ve bu yüzden Viyana'ya giden türbanlı bir kızı dinledim. Öte yandan ulusal bir gazetenin (Cumhuriyet) redaktörü (Deniz Som), kameramızın karşısında, kendi deyimiyle militanlardan korktuğundan dolayı, dine inanamadığını söyleyemiyor. Bize, yükselen islamdan duyduğu kaygıyı dile getirdi".
Türkiye'de gezdiğiniz yerler ve görüştüğünüz kişiler, ülkenin islamî yapısını ve düşüncesini anlatmak için ne kadar eşdeğerde. Bunların geneli temsil etmedeki yerleri nedir?
Mekke'ye giden yolun bir bölümü Türkiye'de geçiyor. Ankara'da Anıtkabir üzerinden, Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte din işlerine getirdiği yenilikler anlatılırken, Istanbul'da bir imam-hatip lisesinde başörtülü kızlara islamî konulardaki düşünceleri soruldu. Aynı şekilde Tekbir giyim mağazalarının sahibinden başörtüsüyle alakalı görüşleri istenirken, Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Deniz Som'un rejim aleyhindeki sözlerine yer verildi ekranlarda. Bu görüşmenin en ilginç kısmı, Jan Leyers'in Som'a yönelik "Siz müslümanmısınız?" sorusunu yönelttiği bölümdü. Deniz Som, röportajın bu kısmında, bu soruya kamera karşısında cevap vermek istemediğini söyleyerek kameraların kapatılmasını isteyerek, "Bu proğram Belçika'da seyredilecek. Belçika'da militanlar var. Zaten ben listedeyim (ölüm listesi), beni listede öne alırlar" dedi. Bütün bu Türkiye görüntülerinin üzerine Jan'a, yer verilen kişi ve kurumların Türkiye'deki islamiyeti ne kadar temsil ettiklerini sorduk. "Türkiye'de farklı sesleri dinlemek istedik. Hem müslümanların, hemde islam rejimin aleyhinde olanların". "Peki karşılıklı olarak, örneğin, bir imam-hatip lisesi ile bir Cumhuriyet gazetesi eşdeğerde mi? Bir Cumhuriyet'in karşısında Sabah veya Zaman gibi kurumlarla görüşülemezmiydi?" ???
Türkiye bölümünün son kısmı Hacıbektaş'ta geçiyor. Leyers, bu ziyareti, karşısına çıkan yeni bir soru işareti olarak özetliyor. Alevi cemaatine mensup kişilerle görüşen Leyers, bazılarından namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını duyuyor, hatta hacca gitmek istediğini neredeyse gözyaşlarıyla anlatan bir kadını dinliyor, ancak bunun tersini söyleyen Alevilere de rastlıyor. Sonuç olarakta, durumun zannettiğinden daha da karışık olduğunu söyleyerek, bir kez daha Batı dünyasının islam, müslümanlar veya en azından Aleviler hakkında birçok şeyi bilmediğini veya yanlış bildiğini ima ediyor. Belki de bu özet, genel itibariyle İslam dünyasının içerisinde bulunduğu durumu en güzel özetliyor.
Bunca farklı izlenimlerden sonra sizde bir korku oluştumu?
"Eğer korkudan kasıt terör korkusu ise, hayır. Terör korkusu yok, oluşmadı bile. Böyle birşey için Arap dünyası yeterince organize değil. Arap-İsrail çatışması yeterli bir örnek. Yarım milyar Arap dünyası her gün ekranlarda İsrail aleyhtarlığı yaparken, birlik halinde ne bir yaptırım ne de başka birşey yapamıyorlar. Arap dünyasına yönelik tek korkum, özgürlüklerin kısılması noktasında. Burada da İslam, özgürlükleri gittikçe kısıyor. İslam dünyasında adeta bir "libertafobie", özgürlüğe karşı bir korku oluşmaya başladı. İnsanları özgür bırakmaya, özgür düşünceye toplumsal hayatta yer vermekten korkuluyor". Mesela? "Örneğin islam aleyhinde olan tiyatro, film ve benzeri şeyler yasaklanıyor. İslam'ı rencide eden şeylere tepkiler çok radika seviyede oluyor. Bunlar insanı korkutuyor".
Basında yer alan bir röportajında, "Çocuklarım Katolik dinine kıyasla İslam hakkında daha fazla bilgiye sahipler" diyorsun? Bunu neye bağlıyorsun? Bu bir problemmidir?
Evet, bu doğru. Nedenleri çok farklı temellere dayanıyor. En başta eğitim sistemine. Nedense katolik derslerinde dine ait temel değerlere eskisi kadar yer verilmiyor. On yaşındaki kızım aziz Willibrordus veya aziz Rochus'u tanımıyor, ama Ramazan veya Kurban bayramlarını iyi biliyor. Esas problem bu kültürel yobazlaşma. İnanmak zorunda olmayabilirsin ama en azından toplumun bazı temel değerlerini bilmek zorundasın. Bence bütün batılılar hrıstiyandır. Batı dünyasının aydınlanması Hristiyanlığın bir ürünüdür. Gerçeği aramana müsaade edildiği takdirde, arayış içerisindeki bir kişinin 'Tanrı yoktur' demesi gayet doğal bir netice olabilir. Bu takdirde ateist bile olsa hristiyandır. Hristiyanların kendilerinden biraz daha emin olmaları gerekir. İkinci Vatikan konsilinde yapılan reformlar bence hataydı. Kilise tekrar klasik sisteme dönüp, latince ayinleri ve tütsüleri tekrar kiliseye sokarsa katedralllerin tekrar dolacağını düşünüyorum".
Avrupa'nın islamlaşmasından korkuyormusunuz?
"Korkum, yanlış bilinen ve yaşanan bir İslam'ın burada, toplumun her katmanında yer almasıdır. İslam ülkelerindeki doğal islamiyet burada adeta baskı unsuru gibi kullanılıyor. Bir kahveye dalıp, orada alkol içenleri döven gençler veya sokakta açık giyinen bir kadına hakaret edenler beni korkutuyorlar. Bizim temel değerlerimiz var, bunları korumalıyız. Esas mesele Avrupa'nın İslamlaşması değil, müslümanların kendi dinlerini burada yaşama biçimi. Buradaki yasalara aykırı, sisteme ters yaşamaktansa ortak bir çözümle, gerekirse karşılıklı imtiyazlarla birlikte yaşamanın kolaylaşacağına inanıyorum".
Peki ya Medeniyetler Çatışması?
Medeniyetlerden çok fikirlerin çatıştığını gördüm. Örneğin müslümanlar, herşeyin Kur'an'da yazdığına inanırlar. Yemek adabından uykuya kadar, eğitimden iş ahlakına kadar. Ama ben Matta incilinin bugün Avrupa'da iş ahlakı konulu kitaplarda yer almasını tahayyül bile edemem. Aramızdaki temel fark bu. İslam, sadece bir din değil, daha fazlası. Toplumsal hayatın herşeyini en ince ayrıntıya kadar düzenliyor. Hem siyasi, hem sosyal hemde ekonomik açıdan. Bu bizim din ve devlet işleri ayrımına ters bir durum.
YORUM:
"Mekke'ye giden yol"
Mekke'ye giden yol, Jan Leyers ve ekibinin iki yıl önce hazırlığına başladıkları ve geçtiğimiz kış VRT televizyonunda yayınlanan 10 bölümlük bir belgeselin adı. Sadece belgesel olarak değil, aynı zamanda son dönemlerin en çok satan kitabının da adı oldu. Mekke'ye giden yol'da, Belçikalı sanatçı, İslam dünyasındaki 13 ülkeyi geziyor, farklı şehirleri dolaşarak, buralardaki müslümanlarla sohbetler yapıyor. Bu duraklardan bir tanesi de Türkiye oldu. Cordoba'da başlayan seyahat, Mekke'ye 15 kilometre kala sona eriyor. Yol boyunca tanıştığı insanların islami konular hakkındaki fikirlerine yer veriyor, sıradan sorularla güncel meselelere el atıyor. Her ne kadar objektif bir şekilde ele almaya çalışsa da, yine de ufak tefek Batı mantalitesi ile bazı konulara değindiğini hissedebiliyorsunuz. Belçika'da 'hot item- sıcak gündem' olarak devamlı konuşulan ve tartışılan konuların detaylı biçimde ele alınmaması bazı çevreler tarafından eksik olarak görülse de, Leyers, "Ben sadece dinlemeye gittim. Verilen cevapları dinleyip onları, yorumsuz, izleyicilere ulaştırmak istedim. Maksadım sokaktaki insanların görüşlerini aktarmak, bugünün yaşanan islamiyetini ve bugünün islam dünyasını Belçikalı izleyicilere göstermekti. İslam hakkında değil, İslam dünyası hakkında bir belgesel bu" diyor. Jan Leyers'in iyi niyetlerle gezisine başladığından şüphemiz yok. Bu iyiniyetini, hem kitabında hem DVD'de görmek mümkün. Günlük hayatın kesitlerinden ve bu günlük hayatın içerisinde yaşayan farklı müslüman tiplerini objektif biçimde göstermesi de iyi niyetin bir neticesi olsa gerek. Hebron'daki radikal Yahudilerden, imam-hatip lisesinde kendine ısrarla Kur'an-ı Kerim hediye etmek isteyen genç kıza kadar bütün görüntüler gayet doğal. Ancak iyi niyetin yanında Jan'ın yüzde yüz objektif olduğunu veya nötr kaldığını söylemek zor. Konuştuğu müslümanların Batı dünyasına ters gibi gelen düşüncelerini ekranda verirken veya tekrar ederken yüzünün aldığı ifade şekli, sanki içinden "garip" dediğini, dışa vurun yönü ise, Batılı bir anlayışla, "hayır hayır, bu olamaz" der gibi. Gerçi bu normal bir durum ama ekranda izleyiciler, eğer görüşlerinize değer veriyorsa, sizin yüzünüzden olayları ters anlayabilir. Televizyoncu olmanın zor yanı bu olsa gerek.
Türkiye şizofren bir ülke
Her ne kadar konu itibariyle belgeselin tamamı bizi ilgilendirse de, özellikle sekizinci bölüm özelde bize daha çok dokunuyor. Sekizinci bölüm, "Atatürk'ün çocukları" başlığı altında, Türkiye'nin laik-islamcı çatışmasını gözler önüne sermek istiyor. Bir yandan Cumhuriyet gazetesi yazarı Deniz Som ve muhabir Seçil Türesay'ın iktidar aleyhindeki suçlamaları, başörtüsü taşıyan Türk vatandaşlarına (özellikle Türk vatandaşları diye yazıyorum) yönelik ithamları, öte yandan imam-hatip okullarının islamcıların arka bahçesi (ultra-laiklerin ağzından) olarak nitelendirilmesi, hakeza bu liselerde eğitimin sanki sadece eldeki Kur'an ile yapıldığının ima edilmesi, maalesef Türkiye gerçeklerini objektif şekilde yansıtmadı. Her ne kadar imam-hatip lisesi görüntülerinde fizik (veya kimya) dersindne bir görüntü ekrana yansıtılsada, ağırlık hep dini ilimler üzerinde yoğunlaştı. Laiklik adına konuşanlar sadece islamın Türkiye için büyük bir tehdit oluşturduğunu söyleyip durdular. Sahi, bu müslüman Türkler ülkeleri için hiç mi iyi şeyler yapmadılar? Ya da yapmıyorlar? Başörtüsü yasağından dolayı Viyana'da okumak zorunda kalan türbanlı genç kız, çektiği zorluğa rağmen 'hakları elinden alınan azınlık' gibi gösterilmiyor? Türkiye bölümü sanki bilinçaltına iyi sekülarizm ile kötü islamcılık düşüncesi yerleştiriyor gibi. İslam adına konuşanlar ise, imam-hatip lisesi dışındakiler, Tekbir giyimin sahibi Mustafa K. Bu beyefendinin "Arzum dünyadaki bütün bayanların türban takmasıdır" demesi sanki bütün müslümanların isteğiymiş gibi yansıtılıyor. Halbuki işadamı bir müslümanın, hele temel düşüncesi kazanmak ise, bu şekilde düşünmesi normaldir, ve de kendini bağlar. Cumhuriyet muhabiri Seçil Türesay'ın yeşil sermaye ve türbanlı kızların büyük bir kısmının para karşılığında türban taktıkları iddialarına yer verilirken, bu iddialara cevap verecek kişiler her ne hikmetse 70 milyonluk Türkiye'de bulunamadı??? Nihai olarak belgeseli hazırlayan Jan Leyers, Türkiye ile ilgili olarak, Türkiye'nin şizofren olduğunu söylüyor..
Kitabın arkasında, "Batı ve İslam dünyası medeniyetler çatışması mı yaşıyor? Ya da hızla globalleşen ve çokkültürlü hale gelen yeni bir dünya düzeninin sancılarını mı çekiyoruz?" soruları yer alıyor. Ancak bu soruların cevaplarını kitapta bulamıyorsunuz. Yazar, cevabı okuyucunun kendine bırakmış. Kitapla alakalı diğer bir eleştiri, kitapçılarda hangi raflarda yer alması gerektiğine dair. Kimine göre, iyi bir gezi rehberi olur, bu yüzden gezi kitapları reyonunda yer alması gerekiyor, başkalarına göre ise, en azından bugünün islam dünyasını anlamaya yardımcı olması sebebiyle sosyoloji kitapları reyonunda yer alması gerekiyor. Bu görüşler bir yana, gerçek şu ki; TV'de izletilen belgeseli birçok kişi izledi, kitapçılarda satılan kitap ta, uzun süre en çok satan on kitap arasında yer aldı, baskılar yenilendi. Jan'a sormak istediğimiz tek soru, biz, Belçika'da yaşayan müslümanlar bu kitabın neresindeyiz? Nihayetinde kitap Belçika'lılara yönelik yazıldı. Onlarla her gün vakit geçiren, birlikte yaşayan biziz. Peki, onların bizi anlamasında bu kitabın yeri nedir? Ya bizim duruşumuz, bu türlü çalışmalarda ne olmalıdır? Bizim yerimiz ve duruşumuz, ötekine bizi anlatmada nedir, ne olmalıdır? Buyrun, bu soruların cevabını siz verin. Bu belgeselin nihayetinde tek düşüncem şu oldu; Mekke'ye giden yol, meşakkatli ve zor. Ama bizim kendimizi ötekine anlatmak için katedeceğimiz yol, daha meşakkatli. (Bahattin Koçak)
Jan Leyers kimdir?
1958 yılında Anvers'te doğan Jan Leyers, 10 yaşında tanıştığı gitarıyla meşhur bir müzik sanatçısı. 20 yaşında ilk müzik grubunu kuran Leyers, uzun yıllar bu alanda uğraş verdikten sonra ilk büyük çıkışını 1986 yılında başka bir müzisyen, Paul Michielsen ile tanışmasından sonra yakalıyor. Birlikte kurdukları Soul Sister isimli müzik grubu ile uzun yıllar başarılı parçalar yapan ikili, 1988 yılında söyledikleri "The way to your heart" isimli parça ile birçok Avrupa ülkesinde hit oluyor. Aynı yıl Avrupa turnesine çıkan ikili, 1989 yılında ABD'ye giderek başarının devamını burada arıyorlar. Soul Sister grubunun belki de en büyük başarısı, dünyaca ünlü sanatçı Sting'in ikiliyi 1993'teki Avrupa turnesine davet etmesi oluyor.
1994 yılında son albümünü hazırlayan Soul Sister, 1995 yılının sonlarında son kez Beringen'de konser vererek Soul Sister'e son noktayı koyuyorlar. Sonraki yıllarda yine müzik denemeleri olan Jan Leyers, 1998 yılında ilk kez televizyon proğramı yapmaya başlıyor. Sohbet proğramı yapan Jan, 1999 ve 2001' "7 büyük günah" isimli proğramı sunmaya başlıyor.
Daha sonraki dönemde birkaç film için soundtrack hazırlayan Jan, 2001'de motoruyla Haçlı Seferine çıkıyor. 11 bölüm halinde yayınlanan Haç'ın Gölgesi isimli belgesel için Haçlı Seferlerini başlatan Godfried van Bouillon izinde, Balkanlardan, Türkiye, Suriye ve Lübnan üzerinden Kudüs'e ulaşıyor. Aynı yıl içerisinde yine televizyonda Gece Bekçisi isimli talkshow başlıyor.
Bu proğramda daha ziyade güncel meselere değiniyor. Birçok bölümde de islam gündeme geliyor. 2003'te de televizyonculuğa devam eden Leyers, bu kez Avrupa Birliğine dahil olan veya olacak olan 10 yeni üye ülkeyi geziyor. Bu arada bazı konserlere de misafir sanatçı olarak çıkmaya devam ediyor.
2006 yılında ise yeni bir seyahat var gündemde. Bu kez sıra Mekke'ye giden yol'da. 2006'da başlayan çalışmalar ve seyahatler, nihayet 2007'in sonunda televizyon ekranlarında gösterildi.
Jan Leyers evli ve dört kız babası.
Haber: Bahattin Koçak
Fotoğraf: Yasin Kadimli