Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Hakikat. Hepimiz unuturuz bazı şeyleri, belki de sırf bu sebeple. Fıtrat icabı hafızamız hatırlamak gayesi ile bize yardım ederken unutmak için tasarrufumuza sunulmuş ne bir organ ne de bir özellik vardır ne yazık ki. Hayatın garip ve üstünde düşünülesi bir cilvesi.
Unutmak gayr-i ihtiyarî vuku bulan bir iştir, hatırlamanın aksine. Yani ki unutmak, bu zaviyeden bakınca bazen bir dert, bazen de âlâ bir devadır. Bu derde kim dûçar olur, bu dert kime deva olarak bahşedilir, orası da cümlemizin meçhûlü.
Unuturuz biz, nisyan ile malûl olmaklığımız hasebiyle. En sevdiğimizin doğum gününü, evlilik yıldönümümüzü, hayatî derecede önemi haiz bir iş görüşmemizi, uçağımızın kalkış saatini, sevgilimizle birkaç gün önceden karar verilmiş randevumuzu, en önemli dersimizin imtihan gününü ya da saatini... Elhasıl unutmamamız gereken pek çok şeyi unuturuz ne hikmetse. Hepsini unutmak mümkün ve hepsi de dert kabilindendir. Yaşadığımız zor bir anı, bir travmayı, bir trajediyi unutmak, unutabilmek ise şüphesiz bir nimettir, elbette başarabilene yahut şanslı olana.
Unutmak... Bir büyük lütuf.
Hayatı yaşanmaz kılabilecek travmatik bir mazinin hafızadan silinmesi mesela. Hayata devam edebilmek için bize bahşedilen ikinci bir şans. Bir nevi ilahî bir lütuf.
Ve unutmak, mecburî istikamet, tek yön... Onulmaz bir yara.
Unutur insan, yalnız sevdalısı Mihriban’ı değil, gün gelir kendini bile unutur. Hayatın sillesinin eseridir bu unutuş. Hayattan ve kendinden, belki hayal edilen ile yaşanan arasındaki tezatlardan kaşışın neticesi. İç acıtan zorakî bir unutuş.
Unut(ama)mak...
Ve bazen hayat ruhsat vermez unutmamıza. Her ânımızda/anımızda bir mıh gibi çakar unutmak istediğimiz hususu beynimize, yeniden ve defalarca. Mütemadiyen hatırlatır bize unutmak istediğimizi. Her şeyden kaçmak ve kurtulmak mümkünken hayatta, kendimizden kaçamamak gibi bir illete giriftar olmak... Korkunç bir his. Yine de kaçarız, bilerek neticeyi, ama bir türlü kurtulamayız nedense(!) kendimizden. İçimizde kıyametler kopar bazen, sırf bu sebeple.
Sessizce çekip giden ve kendisinden sonraki bütün hayatımıza -öncekinden çok daha şiddetli olmak üzere- tesir eden bir sevgili... Unutmak, unutabilmek dert midir bu halde yoksa deva mı? Doğru soru galiba farklı: Unutabilmek kabil midir böyle bir yâri?
Biliyorum, bitimlidir hayat, sonludur başlangıcı olan diğer her şey gibi. Ve en acımasız yönü de budur onun muhtemelen. Beşer olarak en büyük unutuşumuz, bezm-i elestte verdiğimiz söz. Hani var olmayı, doğmayı, bu âleme gelmeyi kabul ettiğimiz zaman ve mekânda verdiğimiz. Doğmak üzere sözleştiğimiz vakit -aslında bu sözleşmenin tabii neticesi olarak- ölmeyi de kabul etmişiz peşinen, şimdi bir türlü hafsalamız almasa bile hem de. Bilemediğimiz kadar çok vakit geçmiş üstünden bu taahhüdün. Belki bu yüzden normal unutmuş olmak, unutmak. Ama biz yaşamak kısmını sevip ona bağlanmışız da ne hikmetse sonunu hep görmezden gelmiş, unutmayı yeğlemişiz kasten, yani bilerek ve isteyerek. Kabul, hakikaten güzel şey yaşamak. Ama işte biraz da bu yüzden yalandır her şey, yaşamak yalandır mesela, sevmek yalan. Bir türlü unutamadığımız sevgili de yalandır belki. Belki tek gerçek odur da ona dair yazılanlardır en hakiki ve dahi en kallavi yalanlar. Sahip olmak biraz da bu yüzden boşunadır bitimli tüm güzelliklere ve sonlu dünya nimetlerine. Çünkü neticede taptığımız dünya da yalandır. Fanidir yani, bitimli, sonlu. Onun da ihaneti kaçınılmazdır, tüm eski sevgililer gibi. Hani unutmak mümkün olsa, keşke o bizi unutmadan biz unutabilsek onu, bir kereye mahsus ihanet eden biz olsak en masumane tavrımızla.
Hakikat o ki hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Ve biz, evvelen yaptığımız iyilikleri, saniyen bize yapılan tüm kötülükeri ve en nihayetinde -ki bu noktaya ulaşmak büyük marifet olsa gerektir- cümleten unuttuklarımızı unutmalıyız. Belki böyle saf bir hafıza bize bilemediğimiz bir vakitte, varlığımızın bidayetinde verdiğimiz sözü ve o sayede de hayatımızın nihayetini hatırlatır. Kim bilir, belki bezm-i elest vaktinin akabinde ruhen sözleştiğimiz ama sonra bizi hatırlamakta güçlük çeken de bu yolu takip eder.
Ne mutlu kısmen bilinen ve hiç bilinmeyen iki vakit arasında rabıta kurabilene.
Y.Rıfat İDİLLİ