Ahlak ve Etik genellikle aynı anlamda kullandığımız iki sözcük, oysa bu iki kavramın kapsamları farklıdır. Ahlak'ı "bilinen/inanılan, genel kabul görmüş doğruların bireyin davranışlarına yansıması" olarak tanımlayabiliriz. Etik ise "doğru yanlış teorisi, toplum yaşamı için bir ahlak felsefesi, insan ilişkilerinde biçimlendirmeye yönelik düşünce çabaları" olarak tanımlanır.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni 2006 yılının yarısını geride bıraktık. Özellikle yılbaşından bu yana ülke gündemine yapılan sanal yönlendirmeler sonucu yukarıya aldığım iki kavramın ne denli flulaştığına, değersizleştiğine üzüldüğümdendir.
Türkiye bugün önemli bir değişim süreci yaşıyor. Gerek demokratikleşme ve gerekse ekonomik alanda sağlanan başarı grafiğini hiç kimse inkar edemez. Reformlar sayesinde Türkiye, dünyalılaşma noktasında ciddiye alınan bir süreci yaşıyor. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, çok az sayıda olanları istisna tutarsak, düşünsel alanda bu değişimi yaşamadığımız da bir gerçek.
Düşünsel alan deyince doğal olarak Türkiye'de aydın kesimin/aydın varsayılanların yaşadığı paradoksu ana neden olarak gördüğümü de belirtmeliyim. Yaşanan süreç Türkiye için çağdaşlaşma ve özgürleşme alanını genişletmesine rağmen, karşı duruş aydın kesimden gelmektedir. Düşünsel alanın mimarı olması gerekenleri, çeper çeker görmek, problemin boyutunu da ortaya koymaktadır. Bu paradoks bize aydın kimdir sorusunu sormamızı gerektirir.
İnsanın dünyaya gelişinden itibaren karşılaştığı kültürel yapı ve aldığı eğitimin niteliği, aydın olma sürecinde etkileyen faktörlerdir. Ama bu süreç aydın olmak için yeterli değildir. Aydın olmak bu süreçten sonra başlar. Bütün edinimlerini, birikimini sorgulamaya, eleştirmeye başladığında ilk adımını, sorumluluk duygusuyla, yanıtlar bulup, üretmeye başladığında da ikinci adımını atmış olur. Artık bu aşamadan sonra benim Galileo süreci diye nitelediğim süreç başlar. Ahlak ve Etik kavramları bu süreçte ışıldar. Dogmalara karşı olsa da kendi doğrularını her şeyi göze alarak söyleme sürecidir bu. Bilindiği gibi iktidar ve kilise tarafından önce idama sonra da ömür boyu ev hapsine mahkum edilen Galileo, mahkeme esnasında "dünya yine de güneşin etrafında dönüyor" demiştir. Bizde ise aydın tarafgir ve dogmatik reflekslere sahiptir, bu bir nevi kendini hapsetmedir. Kendini hapseden başkalarının özgürlüklerini de kısıtlar.
Bugün dikkat edilirse hala eski sakatlıklar/sakat düşünceler nüksetmekte. Toplumu kamplara ayırma, ötekileştirme, müdahale edilmesi gereken sonu tehlikeliler cinsinden kodlama maraziyeleri, doğal olarak eleştirel düşünce ve diyaloga açık tartışma ortamını da yok etmektedir. Buradaki ana nedenin bizde sesi çıkabilen aydının bürokrat/teknokrat kökenli olmasında yatmaktadır. Aslında ben bunlara aydın diyemiyorum olsa olsa alanında uzman denebilir. Geleneksel işbirlikçi aydınların bariz özelliği devletçi olmalarıdır. Devleti patron görürler, adeta patronun beslemesi, yanaşması, kapı kulu gibi durmak, yüzünü kızartmaz çünkü beynini statükodan yana fason olarak çalıştırırlar. Parça başı çalıştıkları için de tutarsızdırlar.
Bir aydın karşılaştırması olarak (1957 yılı Nobel edebiyat ödülü sahibi) Cezayir asıllı Albert Camus'la (1964 yılında Nobel ödülünü geri çeviren) Fransız düşünür Jean Paul Sartre iki farklı aydın davranışına güzel bir örnektir. A.Camus, komünistlerin eline geçer korkusuyla Cezayir'in bağımsızlığına karşı olmuş, P.Sartre ise bir özgürlük tutkunu olarak Cezayir'in bağımsızlığını desteklemişti. Bu örnekte A.Camus korku ve vehimlerle hareket eden aydın tipine örnektir. Sartre ise göze almaktan çekinmeyen, zor olanı tercih ederek evrensel doğrularla hareket eden aydın tipine örnektir. Camus Nobel kazanmış, Sartre ise ödülü reddetmiştir.
Türkiye'de en çok gereksinim duyduğumuz, ödülleri red edebilecek ama evrensel doğruları haykırabilecek aydınlardır. Küçük avantajlar peşinden koşanlar büyük başarılara imza atamazlar. Toplumun çağdaşlaşması, ilerlemesi demokrasi ve evrensel normlara uygun hukukla mümkündür. Her ne olursa olsun, hatta özelde kendimiz için dezavantaj yaratsa da toplum için avantaj olarak gördüğümüz doğrular sarılmamız gereken ilkeler olmalıdır.
Yakın tarihimize baktığımızda pişmanlığın fayda vermediğine hep beraber tanık olduk. Çünkü yapılan yanlışların deyim yerindeyse bir kültür bir gelenek haline geldiğini gördük. 27 Mayıs1960 darbesi bu konuda benim çok ilgimi çeken bir örnektir. Ünlü bir siyaset adamımız daha sonra 27 Mayıs bir hata idi diyerek pişmanlığını itiraf etse de, darbenin ertesi günü yani 28 Mayıs günü Ulus Gazetesi'ndeki köşesinde şunları yazıyordu: "Karanlık günler sona erdi. Günaydın Türk Milleti! Çetin bir medeniyet sınavını, bir hürriyet, haysiyet ve insanlık sınavını sen yalnız, Türk tarihine değil, insanlık tarihine de şeref sayfaları katacak bir başarıyla geçtin. Dün, Türkiye'de büyük bir inkılap gerçekleşti; kökleşti. Bu inkılap, vatandaşın şuurunda boy verdi, gençlik kanıyla sulandı, ordu ile pekişti. Türk milleti, dün, ordusu ile öğünmekte ne kadar haklı olduğunu bir kere daha gördü. Türk halkı, dün sabah uyandığında, güneşin ışığı ile birlikte hürriyetin aydınlığına da kavuştu. Bu aydınlığı ona, Türk ordusu, bir büyük müjde olarak, gecenin karanlığında sessiz sedasız hazırlayıp, hak ettiği bir armağan olarak, gün ışığı ile beraber sundu. Sağolasın Türk ordusu! Günaydın Türk milleti!" (Nuriye Akman 50 kelime)
Eğer o gün bu yazıyı yazmasa da Sarte gibi Galileo gibi yapsaydı (yapması gereken: riskleri göze alarak demokrasi dışı müdahaleye karşı bir duruş sergilemekti) doğru bir çığır açmış olacaktı.
Bu gününün Türkiye'sinde "aydın" diyebileceğiniz kim varsa hepsinin hayatında tanık oldukları birden çok askeri müdahale vardır. Ülkemizde çok partili siyasal süreçte olağan dönemler, olağandışı dönemlerden daha az olmuştur. Çünkü olağandışı dönemlerin gölgesi her zaman baskın olmuştur. Bu olumsuzlukları aydınlarımız için hafifletici bir neden olarak görmeli miyiz? Görelim diyen varsa; ironik olacak ama bir horoz fıkrası anlatmadan geçemeyeceğim. Gördüğüm kadarıyla sorunun ana nedenlerinden biri de burada yatıyor.
Kümes hayatında horoz biraz havalı ve etrafını küçümser bir tavır içindeymiş.
-Kendisini uyarmışlar, bize hava atma! Akbaba gelince göster kabadayılığını.
-Gelsin de göstereyim demiş horoz. -Birgün akbaba pike yapmış kümese doğru, ortalık toza karışmış ama içeriye dalamayınca akbaba uzaklaşmış gitmiş.
Kümestekilerin gözü horozu aramış görememişler.
Nihayet bir kenarda gizlendiğini ve korkudan tir tir titrediğini görmüşler.
-Hani korkmazdın ne oldu sana? diye sorduklarında;
-Ben gerçekten korkmam ama o beni piliçlik dönemimde bir kez çok kötü korkutmuştu, bu korkuyu üzerimden bir türlü atamıyorum. demiş.
27.6.2006
Hayrettin Çakmak
hayrettincakmak@hotmail.com