Söz, elbette yüce bir varlık, ilahî bir lütuftur ben-i âdem için. Ve aynı zamanda bir emanettir o, Ademoğulları ile Havvakızlarına insaniyetin alamet-i farikası olarak verilmiş olan. Söz, var edilişine uygun şekilde kullanıldığı taktirde her kapıyı açabilecek sihirli bir anahtardır. İnsanı yücelten zikir, şükür ve fikir mefhumları da sesli ya da sessiz, her iki durumda da söz temellidirler.
Bu kadar kıymetli ve bu kadar özel bir nimetin, insana verilen bu emanetin kullanılışı ile ilgili soru(n)lar da geliyor akla şüphesiz. Biz, bize bahşedilen bu mukaddes emaneti layık-ı veçhile kullanabiliyor muyuz? Önce şahsımıza, nefsimize yönelik olmak üzere soralım bu soruyu. Evet, biraz rahatsız edici, belki biraz da can acıtıcı bir soru. Sadece mutfak dili ile hayatını idame ettirenler için ise boş ve anlamsız bir sual elbette. Cevap mı? Cevabı “Evet” olanlar için söylenebilecek herhangi bir şey yok. Onlar Nirvana’ya ulaşamamış olsalar bile ramak kalmış demektir ulaşmalarına. Lakin hepimiz biliyoruz ki bu soruya kahir ekseriyetimiz tarafından verilebilen yegâne cevap maalesef ki koca bir “Hayır”dan ibarettir.
Hayatımız boyunca konuşarak, yazarak ya da vücut dilimizi kullanarak iletişim kurarız. Derdimizi, tasamızı, üzüntümüzü, kederimizi, sevincimizi, mutluluğumuzu, kısacası iyi ya da kötü her halimizi, her türlü duygu ve düşüncemizi sözlü veya yazılı dil ile ya da vücut dilimizle ifade ederiz. Eskiler, “Aşk ağlatır, dert söyletir.” demişler ki her iki halde de bağlam içinde bir iletişim, bir kendi halini izah etme durumu vardır. Lisan-ı hal ile lisan-ı kal meselesi. Hangi yönden bakarsak bakalım, hayatın güzel yanıdır konuşmak, sözlü ya da sözsüz. Bu faaliyetin sözlü olanını daha da güzel kılan ise faaliyet esnasında sözleri doğru ve yerinde kullanmak olsa gerektir. Söz, hiç şüphesiz, iletişimin en üst seviyeli halidir, en yüce mertebesidir.
Sınırlı süre ile kullanımıza sunulan söz... Ve yaşamak için bize bahşedilen sonlu, bitimli bir hayat... Hiç şüphesiz her ikisi de birer lütfudur Var Eden’in. Karşılığında bize düşen ise o emanetleri en güzel ve doğru şekilde kullanmak olsa gerektir, bezm-i elestte verdiğimiz söze riayet ederek. Söz ki hayatı da anlamlı ve güzel kılan yegâne vasıtadır. Gerisi hiç şüphesiz koca bir yalandır, içinde bulunduğumuz dünya da buna dahil, “Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş” sözü mucibince.
Tarih, Var Eden’in lütfu olan ve hayatımızı daha güzel ve anlamlı kılan bu muhteşem hediyenin, gökkubbede kalan hoş sadânın, yani sözün art niyetli bir biçimde kullanılışına da şahit olmuş ve mütemadiyen de olmaktadır, yazık ki. Söz, mahiyetinin bozulması neticesi kimi zaman doğru olmayanı ifade edip yalan adını almıştır, “Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır. (Kur’an-ı Kerim 2:10)” ikazına rağmen hem de. Kur’an-ı Kerim’e paralel olarak, diğer semavî dinlerin mukaddes kitapları olan Tevrat ve İncil ile beşerî kaynaklı dinlerde ya da öğretilerde de yalan söylemek yasaklanmış olmasına rağmen maalesef hemen hemen her toplumda sözün bu bozulmuş hâli ile mütemadiyen karşılaşılmaktadır.
Sözün bozulmuş, aslından uzaklaşmış hâli olan yalana karşı cemiyet kendi savunma mekanizmasını devreye sokmuş ve onu dinî kuralların yanısıra sözlü kültür geleneği, töre ve ahlak kuralları ile de kötülemiştir. Cemiyetin ona verdiği “iftira, yalan, palavra, işkembeden atma, örtbas etme” gibi isimlerin tamamı menfi manalar ihtiva etmektedir. Bu tür kelimelere, kavramlara muhatap olmak, bunlarla tavsif olunmak ise herhangi bir insan için cemiyet içinde büyük bir seviye kaybı ve itibarsızlık anlamı taşımaktadır.
Cemiyet hayatının öte yanında, diğer cephesinde ise yalanı toplum hayatının içine sokarken onu normalleştirme çabası içinde olanlar vardır. Ve sözü böyle kullananlar, eğip bükenler yani, doğru olmayanı ifade etmek için ondan faydalananlar, yalana muhtelif güzel adlar vererek onu sıcak, samimi ve cazip bir şeymiş gibi göstermeye çalışmışlardır her daim. Sözün bu seviye mahrumu, aslından uzaklaşmış, sakat ve zararlı hâlini kullanmaya tevessül edenler, ihtimal ki vicdanlarını rahatlatmak gayesi ile, yalan denilen zehri çok nazik bir tarzda “mübalağa, yanıltma, masum yalanlar, aşk yalanları, pembe yalanlar, beyaz yalanlar” vb. gibi dıştan bakınca güzel görünen envai çeşit kelimelerle süsleyip bezeyerek kullanmayı tercih etmişlerdir ve el’an da böyle yapmaya devam etmektedirler.
Kabul etmek gerek demeye bile hacet yok, yalanın her türü kötüdür. Lakin bazı yalanlar sahibini hem ahlakî yönden hem de zekâ seviyesi yönünden çok daha kötü durumlara düşürme özelliğine de sahiptir. Her durumda kişiyi ahlakî yönden rezil edeceği muhakkak olan bu illetin zekâ ile de ilgili olan cihetinden meseleye bakan Türk Edebiyatının usta kalemlerinden Peyami Safa, muhtemelen bu iki yönü düşünerek, “Öyle bir yalan söyle ki, anlaşıldığında ahlakınla beraber zekânı da rezil etmesin!” demiştir. Elbette bu cümle farklı bir bağlamda ve farklı bir anlam özelliği ile kullanılmıştır, yoksa yalana teşvik etme ya da yalan söylerken profesyonel olun deme gibi bir mahiyeti yoktur. Buradaki esas mesaj, yalana tevessül edip de ahlakınızı ve zekânızı rezil etmeyin şeklinde olsa gerektir.
Cemiyet içinde umum insanlara, çevremize, aile içinde aile efradımıza, aynaya baktığımızda kendimize ve her anımızda bize bizden daha yakın olan Rabb’imize karşı alnımızın ak, başımızın dik olması için yapmamız gereken en önemli işlerden biri, neye mal olursa olsun, doğrudan şaşmamak, doğruyu söylemek ve yalan denilen bu büyük illeti hayatımızdan çıkarmak olsa gerektir.
Unutmamak gerek, sözlerimizin irtifa kaybettiği yerde bizler de hem halk hem de Hakk nazarında itibar kaybına uğramakta ve kendi adımıza, ebedî hayatımız adına telafisi neredeyse imkânsız zararlara sebebiyet vermekteyiz.
Y.Rıfat İDİLLİ