Zeynep Zuhal Kılınç Yazdı
İnsanın varlık alemine geliş amacı bazı inanışlara göre farklılık arz etse de, insanın varlık aleminde kendiliğinin tadını almak isteyişi sanırım aynısıdır. Zira her insan kendisi olabilmek için bir mücadele verir şu hayatta.
Var olmak bize sunulan büyük bir hediyedir. Yoklukta ne kendimizi ne de yaratıcımızı bilmezken, varlık alemine taşındık ve bilmenin tadına vardık. Neyi bildik? Kendimizi bildik. Kendiliğin tadına vardık ve bu tat dilimizde damağımızda öyle bir yer etti ki, özgürlüğümüze halel getirecek hiçbir şeye müsaade etmedik. Sınırlarımızı belirledik ve gerek insanlarla olan ilişkilerimizde gerekse kendimizle olan irtibatımızda bir denge aradık. Bir terazi kurduk ruh ve kalp dünyamızda. Bu terazide ağır gelecek şeyleri belirlemek adına bir çabaya girdik. Kendimizi tanımlamamız, kendimizi tanımlatmamız, dış dünyamızdaki insanları tanımlamamız, kainatı anlamlandırmamız hep bu kurduğumuz terazideki dengeye göre oldu. Bu dengeyi belirlemek elbetteki kolay değildir. Zira insan genel itibariyle tecrübeler silsilesi ile oluşturmakta hayatını. Dolayısıyla yaşayarak öğrenme potansiyeline sahip bir varlık olduğu için yaşadığı şeyleri anlamlandırıp bazen doğru bazen yanlış çıkarımlarda bulunarak bir denge ölçütü kuruyor kendince.
Her şeyden önce insanın kendiliğinin farkında olması gerekiyor. Bir denge kurabilmesi için gerek fiziksel dış dünya ile gerek ruh dünyası ile, bir şeylerin farkına varması gerekiyor. Bu farkındalığın en başında ise insanın kendini bilmesi geliyor. Bu anlamda rasyonalist (akılcı) bir filozof olan Descartes’ın bir söylemini dile getirmek istiyorum. Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyerek kendiliğin önemine bir vurgu yaptı. Her şeyden şüphe eden bir felsefe tarzı olan Descartes, yalnızca birtek şeyden şüphe duyulamayacağından bahsetti. Bu anlamda insanın kendisinin varlığından şüphe etmesinin olanaksız olduğunu söyleyerek varlıkte denge arayışına bir anlam kattı.
Descartes, “Düşünüyorum” diyerek kendiliğimize ait olan bir şeye vurgu yaptı. Bu düşünme insanda yaratılışı ile birlikte verilen bir yetidir. İnsan düşündüğü için ayrıldı diğer varlık kategorilerinden. Yani hayvandan ve eşyadan düşünme kabiliyeti ve beyan etme kabiliyeti sebebiyle farklıdır. Dolayısıyla kendi varlığından şüphe etmeyen insan, kendi varlığından yola çıkarak hem yaratıcısını bulacak hem de kâinatı doğru bir şekilde anlamlandırma yoluna girecektir.
Dolayısıyla insan, düşündüğü nispette bir farkındalık elde eder. Bu farkındalık kendisinde tezâhür edince şüphe ile ilgili her şey kaybolur ve selim bir niyetle hakikate zemin hazırlanmış olur. İnanç varlık üzerine inşa edilmiştir. Varlığının farkında olmaya çalışanlar inanmanın üzerinde düşüneceklerdir. Kur’ân’da düşünüp öğüt alan ve akleden bir topluluk üzerinde ısrarla durulmasının sebebi de bu görünüyor.
Hâsılı, insan kendiliğinin farkına varmak mecburiyetindedir. Böylece, hem kendi dünyasını anlamlandıracak hem de yaratıcısının kendisine verdiği güzel tavsiye olan “akletme, düşünüp öğüt alma” sözüne uyarak hayatın boş ve anlamsız geçmesine izin vermeyecektir. Boşluk kaldırmayan fıtratına ihanet etmeyecek ve dolayısıyla farkında olarak yaşayacaktır.
Farkına varabilmek ve hayatın özünü yudumlayabilmek duası ile...