Her yıl olduğu gibi; yine ücretlilerin maaşlarına yapılacak zamları belirlemek üzere Meclis toplanıyor. Çalışanların istekleri belli.. Sadece İnsanca yaşayabilecekleri bir ücretin verilmesi.. İstatistik'i bilgilere göre çalışan birinin açlık sınırında yaşayabilmesi için en az 1.035 YTL olması gerekiyor. .. Devlet babanın verdiği ve vereceği ortada..
Nedendir bilinmez; gelmiş, geçmiş tüm yöneticilerimiz Seçimlerden önce Benim Köylüm, esnafım, memurum, emeklim, dar gelirli vatandaşım diye başlar söze ve refah vaat eder. Yada vatandaşın öyle anlayacağı şekilde konuşur,,
Seçildikten sonra ise tamamen unutulur bu sözler... "Ülkemizin durumu iyi değil arkadaşlar, kemerleri sıkmamız gerek" denir.
Nedense kemer sıkmak ta hep ücretlilere düşer.
Soygunculara, vurgunculara, fırsatçılara ödenecek para daima vardır bütçede, partilere yapılan ödeneğe %300 zam vermeye de para bulunur ama nedense namusuyla çalışanların maaş artışına gelince sıra,bütçede bir türlü ödeyecek para bulunmaz. Sanki bütçe gelirlerinin %60ını ücretlerden kesilen gelir vergileri oluşturmuyormuş gibi.
Zavallı çalışanların daha avuçlarına para konmadan, devlet alacağını alır öyle verir maaşını. İş insanca yaşamaya gelince, devlet bütçesinden en az payı almakta yine ücretlilere düşer,, VE yıllarca kamu kadroları sırf oy kaygısı ile mezbelelik gibi kullanılmış, ihtiyaca göre değil, ona buna yaranma adına personelle doldurulmuştur. (Özellikle Kamu iktisadi kuruluşları)..Bu öylesine bir hal almıştır ki; Adamı olmayanın işe girmesi (sembolik birkaç alım dışında) imkansız hale gelmiştir. Dolayısı ile de kişi başına düşen gelir azalmıştır.
Bu; Türkiye'nin alt yapısına uygun hazırlanmamış ekonomi modellerinin bir sonucudur.
Sayın İMF yetkilileri emrettiler.. Personeli azaltın, asgari ücreti azaltın, işten çıkarılma durumunda ödenmesi gereken tazminatları kaldırın.
Türkiye'nin yapısına, ve yaşananlara bakınca, bu önerilerin Türkiye'nin refahı için mi, yoksa büsbütün karmaşa yaratmak için mi istendiğini anlamak mümkün değildir. Tıpkı AB' nin isteği doğrultusunda çıkarılan terörle mücadele yasasının ordunun ve güvenlik güçlerinin elini, kolunu bağlandığı için, yaşananlar gibi.,
Değişmeyen bir gerçek vardır. Oda şudur. Başka milletlerin uyguladığı,hatta başarılı sonuçlar aldığı, kendi alt yapılarına uygun yöntemlerin,bizim halk tabanımıza ve ülkenin koşullarına uygun olmaması nedeniyle,beklenen faydayı sağlamayacağı, huzursuzluk getireceği ve sadece kağıt üzerinde kalacağıdır.
Avrupalı ücret politikalarını oluştururken halkının, konut. eğitim, yaşamsal giderlerini, ülkenin gerçek yapısını dikkate olmaktadır.. Örneğin: oturması için önerilen ev aldığı ücretin belli bir oranını geçmemektedir.
Bizde ise bazen maaşın tamamı bile kirayı karşılamaya yetmemektedir. Peynirin kilosunun 6 YTL, zeytinin kilosunun 7 YTL,etin kilosunun 15-16 YTL, sebze fiyatlarını 1,5 YTL. Meyve fiyatlarını 2.5 YTL,nin altına düşmediği, sözüm onu tarım ülkesi olan yurdumuzda, asgari ücretin,ve maaşların neye göre hesaplandığını anlamak mümkün değildir. Kaldı ki; ödenen ÖTV ve dolaylı vergiler nedeniyle asgari ücret net ihtiyacın karşılığı olamamaktadır.
İşsizlik hat safhadadır. Çalışan bir kişi ailesi ve yakınlarını da geçindirmek zorunda kalmaktadır, Eskiden İnsanlar emekli olduğunda; aldığı emekli maaşı ile hayatının geri kalan günlerinde kişisel istek ve arzuların gerçekleştirmesi önerilir, yada yapacağı düşünülürdü. Çalışırken alamamış olsa bile emekli olduğunda, emekli ikramiyesi ile oturabileceği bir ev alabilirdi.
Şimdi bırakın bir ev almayı, gecekondunun bir odasını alabilecek kadar bile ikramiye alamamaktadır.
Ve ne yazık ki; Emeklilerimiz hala emekli maaşlarıyla bir çok insanın geçimini sağlamak mecburiyetinde bırakılmıştır. Oğlunu kızını bin bir zahmetle okutmuş, ama işsiz güçsüz dolaşmaktadırlar. Bu insanlar bir yandan iş bulamamanın yarattığı bunalım, bir yandan da ekonomik sıkıntıların yükü altında ezilmektedir.
Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi; bir çok okul açılmakta,ancak açılan okullarla paralel yeni işyerleri açılamamakta veya açılacak okullar belirlenirken, ülkenin ihtiyaçları dikkate alınmamaktadır.
Sonuç olarak; her gün biraz daha artan eğitimli işsizler ordusu oluşmaktadır. Eskiden parmakla sayılacak kadar az olan cinayet, ahlaksızlık, hırsızlık olayları ülkemizde had sayfaya ulaşmış durumdadır.
Eğer bir sosyal patlama yaşanmıyorsa, geleneklerden, göreneklerden ve aile yapılarımızdan kaynaklanan dayanışmanın bir sonucudur.. Ama nereye kadar.
Ve ne yazık ki sayın İMF yetkilileri, zavallı emekli dul ve yetimlerinde maaşına göz dikmiş, gelişen süreçte azaltılması gerektiğini düşünmekte ve önerebilmektedir.
Verdiği 3 kuruşun karşılığında ülkemizin tüm alanlarında söz söyleme hakkını bulabilmektedir kendinde. (Bu doğaldır: Sizde birine borç verdiğinizde, her hareketini izleyip, "Şunu yapıncaya kadar, önce benim borcumu ödesin." mantığıyla yaklaşmıyormusunuz?)
Benimsemiş olduğumuz kapitalist düzende , elbetteki her şeyi devletten beklememek gerektiğinin bilincindeyiz, ancak devlette ülkesindeki müteşebbislerin iş kurabilmesi ve ülke ekonomisine katkı sağlayabilmesi için gerekli koşulları oluşturmalıdır.
Bu gün ülkemizde küçük işletmeler büyük kriz yaşamakta ve ardı ardına kapanmaktadır, yada verimli zemin buldukları yabancı ülkelerde iş yeri açmayı tercih etmektedirler.
Oysa dünyada yaşanan en büyük olarak adlandırılan 1929 yılı ekonomik krizinin nedenlerine bakıldığında;.
Nedenlerinin kısaca;
-Küçük ve orta işletmelerin gelişecek zemin bulamaması nedeniyle kapanması ve bazılarının birleşerek holdingler oluşturması,
-Bankacılık sisteminin belli bir düzene oturtulmaması,
-Tamamen özel sektör ağırlıklı bir yapı oluşturulmaya çalışılarak, devletin ekonomiden tamamen soyutlanmaya çalışılması, olduğu ifade edilmektedir. Hızla, stratejik önemine dahi bakılmaksızın,(Türk Tele kom örneğinde olduğu gibi) "Babamı bile satarım" mantığıyla yapılan özelleştirme hareketlerine ve tamamen AB girmek varsayımı ve İMF para politikalarına göre oluşturulan ekonomik yapılanmalara bakıldığında; (En erken 2012 yılı,kaldı ki kehanetlere göre dünya , yada Avrupa Birliği o zamana kalırsa.) Ülkemiz insanlarının daha uzun yıllar kemer sıkmak zorunda olacağı ve işsizlikle sorunuyla baş başa kalacağı anlaşılmaktadır.
Burada hala siyasete dönmek isteyen Sayın eski politikacılarımıza da seslenmek istiyorum;
-Yok aslında birbirinizden farkınız. Bu milletin vebali hepinizin boynundadır. Ve kimse bu güne kadar halkın çektiği acıların, tüm yanlış yada doğruların faturasını bu hükümete keserek, işin içinden sıyrılmak gafletinde olmamalıdır.
Bence yapılacak en güzel şey, İktidar hırslarınızdan tümüyle sıyrılarak, olaylara, "bu ülke nasıl düzlüğe çıkar" mantığıyla yaklaşmak ve kenetlenmektir. Aksi taktirde bu millet vicdanında ve tarih önünde yargılanmaktan kurtulamazsınız.
Atatürk'ü anladığını ifade eden sizler, yaptığınız uygulamalara bakıldığında; Atatürk'ün :
"Ekonomik özgürlüğü olmayan bir millet hiçbir zaman özgür olamaz."
"Vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin.?
Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir."
Sözlerini hiç duymamış gibisiniz..
O günlerden bu günlere değişen fazla bir şey olmamıştır. Atanın ta o günlerde bildiği ve söylediği gerçekleri algılamamakta anlaşılmaz bir nedenle ısrar edilmektedir.
Sözlerimi aşağıdaki kıssadan hisse bir öyküyle noktalamak isterim.
Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osman oğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın.
Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker?
Osman oğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?
Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır;
"Neme lazım be Sultanım!"
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir ve der ki:
–Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al.
Yahya Efendi şöyle bir bakar:
–Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.
– İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra, şu müthiş açıklamasını yapar:
–Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir...
Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah'a kendisini ikaz eden bir alim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır.
Mektup Topkapı Sarayı'nda sergidedir. Takvimde bir gün işaretleyin ve de izleyin, çok güzel hazırlanmış... Lütfen tanıdıklarınıza iletmeyi unutmayınız...
http://www.ataturktoday.com