Hayat zorlu bir yol şüphesiz, envai çeşit sebepten ötürü. Yetmezmiş gibi yaşamayı daha da ağırlaştıran soru(n)lar çıkıyor karşımıza bu meşakkatli yolda. Kimi iç dünyamızla, bizimle ilgili; kimi dışımızda, ama içimizdekilerden daha tesirli. Ölüm gibi. Aşk gibi. Kaybetmek muhtelif şekillerde ve sonra yine yaşamak gibi en sevdiklerimizi. Bulmak, geri kazanmak gibi bir ihtimalin yokluğuna rağmen hem de. İçine sindirememiş olmak, sevilene bunu konduramamış olmak gibi. Son didişmek onunla, yani hayatla, savaşmak, ayakta kalmaya çalışmak.
Muhtelif bakış açılarımız var hayata dair, hemen hemen her hususta olduğu üzere. Hayat sonlu, bitimli. Kendi adıma, bu sonu anlıyorum ve kabul de edebiliyorum bütün ağırlığına rağmen, belki herkes gibi. Kolay olmasa bile kabul edilebilirmiş gibi geliyor, böyle bir his var içimde. Kim bilir, belki de kendimi kandırıyorum. Hatta -dehşet verici belki ama- sevgiliye dair olanını bile aklıma sığdırabiliyorum ölümün. Klasik ve değişmez, alışılmış ve kabul edilmiş, bezm-i elestte verilen söze ittibaen itiraza mahal vermeyen bir son olduğu için muhtemelen. Öyle sanıyorum ki nihai menzilde buluşmak, kavuşmak gibi bir ihtimalin kırıntısının bile varlığından haberdar olsa insan her şeye rıza gösterebilir, hiç tereddüt etmeksizin hem de. Bu yüzden muhtemelen en zayıf inançlımız, hatta inançsızımız bile bir sonsuzluk arzusu taşıyor içinde.
Sürekli gelgitler yaşıyoruz bu yolda. Hayat hakikaten çok garip. Tarifi imkânsız şeyleri barındırıyor içinde. Bir ilkokul talebesi iken daha dünyanın en temiz hisleri ile sırf onunla oyun oynadığı için sınıftaşına ya da sürekli mütebessim bir çehre ile onu karşılayan ve sevgisini ondan esirgemeyen idealist sınıf öğretmenine âşık olduğunu sanmak, sonrasında kendini bir acayip hissetmek, karnına giren nedensiz ağrılardan tatlı bir lezzet, doyumsuz bir haz almak gibi. Yaz yağmurunda ıslanmak, ama yağmurdan kaçmamak gibi ya da, en delikanlı ya da en kanıayaklı vaktinde bize bahşedilen sınırlı sürenin. Yani baharında. Tuhaf, ama mutluluk ve huzur verici ve tarifi olmayan şeyler. Gerçekötesi biraz ve tam tabiri ile zamansız.
Tuhaf sorular da var hayatta ve hayata dair elbette. Eski Türk filmlerinden çıkmış replikleri tedai ettiren soru cümleleri. Sırılsıklam âşıksınız mesela. Vuslat yakın derken gelen sorular. “Ben ölsem...” “Sen ölme!” “Ben ölsem ne yaparsın?” Gidiyorum can, seni terk ediyorum, eskidin de farkında değilsin demenin ağırlığından kaçıyorum, anla ve engel olmaya çalışma diyemediğimizden belki tevessülümüz bu yollara. Gidiyorum, ama ben gittikten sonra da devam edecek bir hayat var ve ben senin bir aptallık yapmanı da istemiyorum anlamında ve elbette soru formunda cümleler. Hayat böyle de güzel, güzel olmalı, olsun demek ister gibi. İnanmadan ama.
Biliyorum, hepsinin sebebi aynı. Hafızamıza kazınmış eski Türk filmi replikleri bunlar çünkü. Hepsi aynı kapıya çıkıyor icat edilen sebeplerin. “Seni sevmedim değil, ama her şey çok zamansızdı.” Tanıdık cümleler, insan karakterleri de renkleri ile uyumlu, malum siyah-beyaz filmlerden. Nedense, gerçek hayatta da hep aynı oluyor bahanelerimiz, filmlerle özdeşleşmiş bir yanımız olsa gerek bu. Sanırım zamanla, içinde bulunduğumuz devir ve onun üzerimizdeki etkisi ile alakalı bütün bunlar. Aklanmak ve arınmak değil, bir nevi itiraf -imkân olsa, yani bizim terminolojimiz müsaade etse günah çıkarmak derdim- bizdeki terminolji uyarınca tevbekâr oluş. Hepimiz kolayına kaçıyoruz hayatın ve zamanı suçluyoruz kendimizi aklamaya çalıştığımızı gizlerken. Ölümü öldürme çabamız da biraz bu yüzden. İnkâr bir çeşit.
Karşımızdakini her türlü güzellikten mahrum edip ilelebed çaresizliğe, kendimizi de sonsuz yokluğa mahkûm etmek... İzahı kabil değil zannımca bunun. Kim veriyor ki bu hakkı bize, bana, sana, hepimize? İlelebet sızısı dinmeyecek bir kalbi geride bırakıp gitmek... Hiçbir şey olmamış gibi hem de. Giderken bir söz bile söylemeden veya söyleyemeden. Zamansız oluşuna sığnarak her şeyin. Bu hak(!) kimin kime lütfu? Yeni bir filmdeki rol için mi yoksa her şey, bilinmeyen başka bir âlemdeki? Yoksa hayat denilen şey de her hali ile basit ve sıradan bir film mi, zaman mefhumunu silikleştirmiş ve iç içe geçmiş, sürekli mazi ile bugün arasında gidip gelen sahneleri ile?
Geçen zamanın ya da hemen her sahnesi ile bir filmi andıran hayatın sunduğu, sunacağı farazi bir durum söz konusu olsa... Sahi, böyle bir imkân, imkânın ya da imkânımız olsaydı, bunca yıl içinde değil de bunca yıldan sonra yani, telafisi imkânsız bu kadar kaybın ardından, ilk günümüz ile bugün arasında bir fark yok gibi hissediyorken ben ve aldığım her nefeste sen varken, verilmiş sözlerle kayıt altına alınmış bir hayatım olmasaydı bir an bile tereddüt etmez sana gelirdim diyebilenimiz var mıdır acaba? Farz et ki bu da benim sorum, diyor bir ses içimden ve soruyor bilahare, böyle bir suale muhatap olsan ne yapardın? Modern zamanların bahşettiği susma hakkını kullanmak istiyor ruhum. Sükût kaçışım, sığınağım, güvenli limanım.
Pek çok filmde benzer replikler olsa da hayata ve bize dair her film mutlu sonla bitmiyor işte.
Y. Rıfat İDİLLİ